Ramazan Çakıroğlu |
Ya 1970'li yılların sonu, ya da 1980'li yılların başlarındaydı. O zamanlar Türkiye genelinde ve Zonguldak bölgesinde hastanelerde örgütlü tek yetkili sendika, Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası'ydı. Ben de bu sendikanın, Bölge Yönetim Kurulu'nun, henüz yirmiki yaşındaki en genç üyesiydim. Çalıştığım hastanede, arkadaşlardan bir haber geldi. "Misafirlerin var. Sendika odasında seni bekliyorlar" diye. Hemen koştum, gittim. Hastanenin giriş katında olan sendika odasının kapısını açtım. Stajyer hemşire arkadaşım Nurten'in yanında başka bir genç kız daha vardı. Bizi tanıştırdı:
–Arkadaşım Kadriye, Ben ona senden çok söz ettim. Ayrıca, seninle tanıştırmak ta istedim.
–Memnun oldum, hoşgeldiniz, faslıyla birlikte; kumral saçlı, beyaz tenli, elmacık kemikleri çıkık, türkçesi son derece düzgün olan bu kıza gözlerim takıldı kaldı. Çok sade ve çağdaş giyinmişti. Kumral saçları yüzünün iki yanına düşmüş ve onların arasından gülerek konuşan bir yüzü vardı. Onda büyük bir dinginlik, kendine güven ve huzur sezmiştim...
Kadriye, o zamanlar Zonguldak'a bağlı bir ilçe olan, ikiyüzyirmi kilometre uzaklıktaki Karabük'ten, dışarıdan lise bitirme sınavlarına gidip geliyordu. Uzun süren sınavlar sırasında arkadaşlarında kalıyor, işi bitince yine Karabük'teki köyüne dönüp gidiyordu.
Bunları konuşurken, çaylar yeniden tazelendi, sohbet koyulaştı. Epeyce uzun konuştuk. Ben sendikal çalışmalardan, siyasetten söz ettim. O da, sınavlardan, edebiyattan, şiirden ve öyküden söz etti. Zonguldak'a yolu düştükçe görüşmek istediğimi söyledim. Sadık bir dost olarak, sağ olsun hep aradı ve uğradı. Hep, ortak konularımızdan konuştuk durduk.
Bana yaşamından söz etti. Karabük'ün şu anda anımsayamadığım bir köyünde ellili yılların sonunda doğmuştu. Yanlış anımsamıyorsam, babası demir–çelikte çalışıyordu. Yaşamları ağırlıklı olarak, rençberliğin üretim mevsiminde köyde geçiyor, kışları da Karabük'te kalıyorlardı. Ama o köyü çok seviyordu. Köyün bağı bahçesi, eriği, kirazı, dutu, hatta otu orağı (orak biçme mevsimi) bile onu dinlendiriyordu. Bunu ben söylemiyorum, o zamanlar kendisi söyledi…
–Nereden çıktı bu lise işi, dedim.
–Ben ortaokulu da dışarıdan bitirdim, dedi.
–Aferin ama, bu merakın bir kaynağı olmalı. Köy yerinde bir kızın aklına ortaokul, lise nereden gelir?
–İlkokulu bitirdiğim yıl, aileme köyde epeyce ev bekçiliği yaptım. O sıralarda en iyi arkadaşım bir radyoydu. Gün boyu onu dinler dururdum. Hele Afet İlgaz'ın hazırlayıp sunduğu "Kadının Dünyası" proğramı vardı. Onun tiryakisi oldum ki, Afet hanım proğramı bırakmış. Ben de bir mektup yazdım. Mektupta kendimden, öykülerimden, şiirlerimden ve okumak istediğimden söz ettim. Mektup onun eline aylar sonra ulaşmış. O da bana yanıt yazdı. Çok etkilendim. Önce ortaokul bitirmelere girdim ve başardım. (O zamanlar zorunlu eğitim–öğtretim beşyıldı.) Şimdi de lise bitirme sınavlarını başarmak üzereyim. Matematiği çok seviyorum. Ve matematik bölümünü bitireceğim…
Bir yaz sonunda yine buluştuk. Bütün maddi, manevi engel ve engellemelere karşın, liseyi dışarıdan bitirmişti. Bu görüşmemize kadar, birkaç öyküsü Varlık'ta yayınlanmış, şiir yazmaya ise devam etmişti. Bazı şiirlerini bana da vermişti. Yaşından beklenmeyecek kadar ağır başlılıkta yazılmış olan bu şiirlerinden "kırkikindi yağmurları"yla ilgili imgeler hala aklımdadır…
Çok geçmeden, Milli Eğitim Müdürlüğü'nün açtığı personel sınavlarına girmiş, hizmetli kadrosu sınavlarını kazanmıştı. Nihayet onu, Karabük'te bir liseye hizmetli olarak vermişlerdi. O günlerde bir müzik öğretmeni de bekleyen lise, Kadriye oraya varır varmaz hareketlenmiş, idareciler müzik öğretmeni diye Kadriye'yi kapıda karşılamışlardı. O gün için Kadriye: "Yaşamımın en zor günüydü. Müdür beyin odasında çay içerken sırılsıklam terledim. Hep 'hocahanım' dediler durdular. Çayımı bitirip, "'Ben hocahanım değilim, yeni hizmetlinizim' dediğimde ortalık buz kesti" diye anlatmıştı…
Daha sonra kalem kağıt becerisi yerinde olduğundan; Kadriye, okullar doktorluğunda sekreter olarak görevini sürdürmüştü…
Zaman zaman ben de Karabük'e gidip geliyordum. Aramızda lekesiz ve sarsılmaz bir dostluk vardı. Bu günlerden geriye baktığımda, kendi zorluklarım içinde, Kadriye'ye yeteri kadar yardımcı olamadığımı görsem de, yaşamımda gördüğüm, mantık ve denge yüklü insanlardan biriydi…
Çok geçmeden, ben de üniversite sınavlarına girdim. Beni, insan merakım, Elazığ'da bulunan Fırat Üniversitesi'nin Antropoloji Bölümü'ne atıverdi. İşimi de oradaki hastahaneye nakil alıp, gurbet yollarına düşüvermiştik. Öğrenciliğimde de Kadriye'den mektuplar aldım. Son derece edebi bir dille yazılmış olan o mektuplar, aldığım en güzel mektuplardır. Dostluk, insan ve doğal yurt sevgisi kokan o mektupları hiç unutmam. Kitaplığımı karıştırsam belki ortaya çıkarlar…
Kadriye, o mektupların birinde; İstanbul'da bir üniversitenin yüksek hemşirelik bölümünü kazandığından söz etti. Çok sevinmiştim. Hemen kayıt yaptırdığını bildirdi. Çok geçmeden de İstanbul'un yolunu tutmuştu. Yüksek hemşireliği kimbilir, ne zorluk ve mücadelerle bitirmişti?...
1984 yılından sonra haberleşemedik. Ta ki 1992 yılında Karabük'e yol düşürüp, kendisini onun işyerinde ziyaret edinceye kadar. Onu kadın–doğum servisinde çalışırken buldum. Bu aydın ve yaşamı mücadele dolu insanın bir çayını içtim. Evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmıştı.
Yaşam, o uzun yürüyüş insanını, o sessiz kahramanı, yine sessiz sedasız yeni ailesine ve topluma daha da aydın bir kadın olarak armağan etmişti. Bir gün onu yazmak istiyordum. Böyle mücadelesi ve yazılası yaşam öyküsü olanlar, binlerce insanı, parlak bir yıldız gibi her zaman ışıklarıyla selamlayacaklardır… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder