Bu Blogda Ara

26 Ekim 2013 Cumartesi

Ramazan Çakıroğlu: Kurt Şahan Ne Dedi?

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Geniş bir ailenin ilk çocuğu olarak, 1915 yılında Trabzon'un ilçelerinden birinin, bir köyünde doğmuştu. Anası onu doğururken bitap düşmüş, günlerce yataktan kalkıp, emzirememişti bile. Onu doğurtan Hatice ebe, doğar doğmaz tuzlamış, kundağa sarmıştı. "Yıllardır doğurturum, böyle çocuk görmedim" diyerek, el kantarına vuruvermiş; "Beş okkadan fazla" demişti. Eş, dost akraba, uzak köylerden görmeye geldiler. Beşikte yatan sanki bebek değil, küçülmüş bir adamdı. Daha kırkı içinde, yumruklaşmış elleri, kalın bilekleri ve fıldır fıldır gözleri görenleri hayrete düşürüyordu. Askerlik dönüşü, beş yıl çocuk bekledikten sonra gelen, Tanrının bu armağanı için, Babası, "Evi barkı bu koruyacak, bu kurtaracak" diyor ve oğlu için, geniş yapılı ailede de göneniyordu. Karısının ve kendisinin, aile içindeki yerleri bile yükselmişti. Büyük baba ve nine üzerlerine titriyordu. Doğum yapan Ayşe gelin için, özel yemekler yapılır olmuştu. Baba da artık, köy odasına bir başka çıkıyor, bir başka yürüyor, bir başka dolaşıyor, bir başka oturup kalkıyordu. Onu askerlikten geri bırakan, kamburluğu da uçup gitmişti…

Memleket yoksuldu, savaştaydı ama kendilerine yeteceğinden fazla tarlaları, evleri ve hayvanları vardı. Çanakkale düşmediği müddetçe, bundan daha kötüsü olamazdı herhalde. Süt, tereyağı, yumurta herkese yeterdi. Dokuma kenevir bezi, mısır da öyle. Gerçi yılda bir Osmanlı'nın tahsildarı, gelip tahılın bir kısmıyla birlikte vergi üstüne vergi alıp gitmese daha iyi olacaktı her şey. Neyse, bunun da kolayı vardı. Dere içindeki çardaklar ve küçük mağaralar ne güne duruyordu…

Bebeğin kırkı çıkacaktı, daha adı bile konulmamıştı. Tokaç gibi doğan bir bebeğe ne ad yakışırdı ki? Ad koyma telaşı böyle sürerken, bir gün Hatice ebe, Ayşe gelini ziyarete geldi. Ad koyma sözü açıldı. Hatice nine; "O sizin olduğu kadar, benim de oğlum. Kolayla mı doğurttum ben onu. Az kaldı, anası ölecek diye korktum. Onun adını bari ben koyayım" dedi. Baba da hatırı sayılır, bu köy bilgesinin sözüne katıldı. "Sen ne dersen o olur Hatice Ana" dedi…

Hatice ana yüzünü gökyüzüne şöyle bir çevirip, kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Ellerini açtı ve kısa bir dua okuduktan sonra; "Onun adı, kendisi gibi tek olacak. Şahan gibi doğdu, Şahan gibi yaşayacak. Şahan gibi ölecek. Tuttuğunu da koparacak. Tanrım ona uzun ömür versin" dedi. O gün adı kondu. Akşama da köyün imamı çağrılıp, adı kulağına ezanla okunuverdi…

Şahan, aslanlar gibi büyüyordu. Anası, onun peşinden iki erkek, bir kız çocuk daha dünyaya getirdi. Ama Şahan'ın yeri başkaydı. Gerçekten güçlü kuvvetli bir çocuk olmuştu. Daha on üç yaşında, yarım çuval mısırı, köy değirmenini taşlarının üstündeki tahıl teknesine savuruveriyordu. Hiçbir bayramda, güreşte onu yenen çıkmamıştı. Şimdiden hem evin, hem de köyün direği olmuştu…

Şahan, daha on beşine gelmeden de dedesi, topuzlu tabancasını beline takıverdi. Şahan, buna çok sevindi. Dünyalar onun oldu. Demek ki artık, o da adam sırasına girmişti. Dağa, ormana, bağa, bostana bu tabancayla gidiyor, bu tabancayla geliyordu. Topuzlu belindeyken, hiçbir şeyden de korkmuyor, hem dedesini, hem silahını yanında hissediyordu…

Yıllar çabuk geçti. Şahan, artık askerlik çağına doğru yaklaşıyordu. Askerlik çağı yaklaştıkça da, ana babayı bir telaş sarıyordu. O giderse, evin direği sarsılacaktı. Kardeşler yetişiyordu ama, onun yerini kim tutardı?...

Bir bahar, hıdrellez gelir gelmez Şahan'a öküz ineği de katıp, kız kardeşlerinden biriyle yaylaya yolladılar. Nasıl olsa kendine yeter bir delikanlı olmuştu. Bacısı, inekleri sağar, tereyağı, peynir yapar, ocakta tencereyi kaynatır, o da öküz-ineğe kol kanat gererdi. Köyde kalan işleri de ailenin geri kalanı yapacaktı…

Yaylada ilk günleri zor olmadı. Çabuk alıştılar. Yayla komşuları da vardı. Hayvanlar sabahları sürü halinde otlağa bırakılıyor, sürü halinde toplanıyor, akşamları her kes, kendi ahırına alıyordu. Günler, nöbetleşe böylece sürüp gidiyordu…

Bir gece Şahan yatarken, daha uyumamıştı ki, ahırda bir hayvanın, peş peşe acı bağırtısı duyuldu. Topuzlusunu bile yanına alamadan yerinden fırlayıp, yalın ayak ahıra koştu. Bir de baktı ki, iri bir köpek büyüklüğünde bir kurt, en genç ineğin döşüne sarılmış parçalıyor. Kurdun dişine kan değmiş olmalı ki, Şahan'ın geldiğini bile duymamıştı. Kapının arkasında duran, ağaçtan yapılmış ahır küreğini alıp, kurdun başına öyle okkalı vurdu ki Şahan, kurt neye uğradığını şaşırdı. Ve daha ilk kürekte sersemledi, olduğu yerde şöyle bir döndü. İkincisinde ise, yere serildi. Kalkmak istediyse de kalkamadı. Şahan, kurdu kuyruğundan tutup çekmek isterken, tam o sırada, kurt can havliyle, Şahan'ın bileğinden kaptı. Şahan da can havline kapılmış olmalı ki, kurdu sırtından tuttuğu gibi bir çuval gibi kavrayıp, ağılın ağaç duvarlarına nasıl vurduğunu anlayamadı. Artık kurt yere serilmişti. Bu kargaşaya yayla komşuları yetiştiler. Hemen yaralı ineği oracıkta kesiverdiler. Kurdun da derisini yüzdüler. Şahan'ın kolunu sarıp, yarınki gün şafakla birlikte yanına bir atlı katıp, Vakfıkebir'in yolunu tuttu. Eti konu komşuya dağıtılan ineğin ve kurdun derisi biraz para etti. Kolundaki yaraya yedi dikiş atıldı. Kuduz iğneleriyle iş garantiye alınmaya çalışıldıysa da, aşıları tamamlamadan, Yaylaya çekti gitti Şahan…

Daha askere gitmemiş bir gencin, kürekle ve bir pehlivan gibi bir kurdu duvara vurarak öldürmesinin ünü önce Yayla'ya, Vakfıkebir'e, Tonya'ya ve Beşikdüzü'ne yayıldı. Aradan iki aya yakın zaman geçtiğinde, Şahan hala ayakta olduğuna göre; "Demek ki kurt kuduz değilmiş" dediler…

* * *

Gelecek yılın hıdrellezi gelmeden, askere gitti Şahan. Sol bileğinde kurdun diş izlerinden kalan yarayı herkes sordu. Sordukça, o anlattı. Anlattıkça da ünü yayıldı. Anlatılanların birine bin eklenince Şahan oldu, "Kurt Şahan". Birliğine varır varmaz ünlendi. Arkadaşlarının içinde, en irisi, en güçlüsü oydu. Her zaman en öndeydi. Bayrağı, flamayı o taşıyordu. Bir on dokuz mayıs şenliklerinde, hiç bileği bükülmeden alay güreşinde birinci oldu. Daha izine gelmeden Alay Komutanı onu Ankara'ya, gönderdi. Büyükleriyle idman yaptı. Silahlı kuvvetlerin güreş takımında güreş tuttu. Oralarda sadece güreş öğrenmedi. Ali okulunda okuma yazmayı su gibi söktü. Nerde eski bir gazete parçası bulsa, didik didik okudu. Dünyayı da öğrendi. Bildiği dağların arkasında başka dağlar olduğunu da gördü. Hasretten anne-baba, kardeşler yanıp tutuştuysa da, hiç izne gelmedi. Çok insan tanıdı, çok şehirler gördü. Bir söylentiye göre, ünü Mustafa Kemal Paşa'ya kadar ulaştı. Üç yıla yakın süren askerliğinde, daha da değişti ve gelişti…

* * *

Köye döndüğünde, konu komşu, akraba akın akın onu ziyarete geldi. Gelen yaşlılara, bol bol asker tütünü dağıttı. Aileyle hasret giderdi. Bayramdan bayrama, düğünden düğüne koştu. Bir bayramda görüp, abayı yaktığı, Gülsüm'le senesinde evlendi. Gücü, kuvveti sayesinde tez zamanda toparladı her şeyi. Kendine bir ev bile yaptı. Çok geçmeden kız kardeşleri evlendi. Erkek kardeşlerinin kimisi askere, kimisi Zonguldak'ta kömür ocakları için gurbet yollarına düştü. Güreşe devam etmesi için mektuplar geldi. "Taş yerinde ağırdır" deyip, gitmek istemedi. Baba vekili olarak, dededen ve babadan kalan, o kadar bağı bahçeyi çekip çevirmek ona kaldı…

Lakin, şu askerlik Kurt Şahan'ı çok değiştirmişti. Adam olmakla, askerlik yapmak bu yüzden mi eşdeğer tutulur, nedir? Yaşamını köyde sürmesine rağmen, biraz deli dolu, biraz bilgili, biraz gözü kara, biraz oturmasını kalkmasını bilir hale gelmişti. Sözünü hiç sakınmazdı. Dobra dobra sözünü söylerdi. Uygun zamanlarda, evinin önündeki odunluğa oturur, askerden gelirken getirdiği kitapları okurdu. Karısı "gene daldı bizim deli" derdi ama o buna hiç aldırmazdı…

Bazı günler, giyinir, kuşanır doru atına atlar, kıyıya inen yolları, atının üstünde heybetle geçerdi. Bazen evine bir hafta sonra döndüğü olurdu. Çoluk çocuğa karıştıkça, kendisini evden dışarıya daha çok atar oldu. Çok çapkınlık yaptığı söyleniyordu ama yörede kimsenin tavuğuna kış dediği de duyulmamıştı…

Trabzon'a indiğinde, nereden buluyorsa her seferinde bir kucak dolusu kitapla geliyordu. Başı sıkışan, mektup ve dilekçe için ona gelirdi. Yüksünmeden yapardı bu işleri.

Bir muhtarlık seçiminde, yıllardır karşı köyde olan muhtarlığı, kendi mahallesine o getirdi. Gitgide, çeşitli konulara ilişkin söylediği sözler, darb-ı mesel olarak dolaşır oldu. Kaçakçılık parasıyla birkaç yılda büyüyüp, zenginleşen serseri takımı, ondan muhtarlığı istediğinde "Ula sen kabakla kavağun hikayesini bilir musun? Kabak, kavağa ben senin tepene, altı ayda çıktım, deyince, Kavak ona sonbahar gelsin, düşersin ayaklarımın dibune demiş. Hele bir kış gelsun, sen de düşersun benim t…..mın dibune. Ben bu güne kirk yılda gelmuşum" deyivermişti…

Yörenin cümle ileri gelenleriyle dost olmuştu. Onsuz ne bayram olurdu, ne de düğün. Vakfıkebir'in bir köyünde gittiği bir düğünde bir gençle karşılaşır. Genç, sanki ona gençliğini hatırlatmaktadır. Çünkü, belinde barabellumu, sırtında ceketi, beyaz gömleği, ayağında külot pantolonu ve sabuklarıyla (çizmeleleri) cıva gibi bu genci merak eder. Dayanamaz ve sorar;

"– Ula uşağum sen kimunsun, kimlerdensun?"

Delikanlı:

"– Yukarı köyden Temel kızı Havva'nın oğluyum" deyince Kurt Şahan bu cevaba çok kızar. Şöyle homurdanır;

"– Ula erkek adam babasunundur. Senin babanin adi yok midur? S…….şum oni. Babasuz adam mi olur?"

Ama bu gencin, gerçekten adına kayıtlı babası olmadığını öğrendiğinde de kendini suçlu hissetmiş ve çok yıkılmıştı…

* * *

Kurt Şahan, bin dokuz yüz kırklı yılların ortalarında, Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nü merak eder. Az çok, memleket meseleleriyle de ilgili olduğu için, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa hayranlığıyla doludur. Bir ara basar gider Beşikdüzü'ne. Söylentiye göre Enstitü'yü de ziyaret eder. Çok da hoşnut kalır. Köyünden birkaç çocukla birlikte, kardeşlerinden bir ikisini de buraya yollamak ister. Akşamüstü, denize karşı bir banka oturup dinlenirken, köy enstitülü öğrenciler gelirler çevresine. Öğrencilerden biri, biraz da eğlenmek amacıyla der ki;

"– Emmi, aramızda tartıştığımız bir şey var. Anlaşamadık. Sen bize yardımcı ol."

"– Olayım uşaklar, nedur çözemeduğunuz?" der Kurt Şahan.

"– Bu sol nedir? Sağ nedir? Kendi aramızda anlaşamadık. Kavga edeceğiz nerdeyse. Bari sen söyle!" derler…

"– Bu sol var ya bu sol. Sen onu suçlarsın, o senu suçlar, gelursunuz Kurt Şahan'a. Yani bağa. Kurt Şahan da hepunuzun ağzına s……. . Sağ da nedur biley misunuz? Sağ da parça parça bölünür görunur. Alttan alta birleşur. Bir de ağzunuza o s…….. . Alın size sol, alın size sağ. Şimdu s….. olun gidun okuluğuza…"

Hayatı böylesine farklılaşan Kurt Şahan'ın kendisini gitgide daha çok çapkınlığa verdiği söylenir. Dededen kalan epeyce altınını da bu yollara döktüğü hala anlatılır.

Bütün bunları bana Kurt Şahan'ın adını taşıyan torunu anlattı. Tesadüfen karşılaşıp, arkadaş olduğumuz Torun Şahan'a, dedesinin sağ olup olmadığını sordum.

"– İki bin beşte öldü.Tam doksan yaşında. Ölürken ben de başındaydım" dedi.

"– Nasıl oldu ölümü peki? Hastalanıp, çok mu çekti?" dedim.

"– Hayır, hastalandı ama çekmedi adamcağız. Ölünceye kadar da çapkınlığa devam etmiş. Ve inatla o yöreden çıkmadı. Kendisinin yaptırdığı o büyük Karadeniz evinde öldü. Son günleri çok ağırlaştı. Hepimiz başına toplandık. Ben imamlıkta biraz okuduğum için, elimde bir kaşık suyla bekleme görevini aile bana verdi. Son nefesleriydi. Bir ara iyice sıkıştı. Baktım, kulağıma bir şey söylemeye çalışıyor."

"– Ne söyledi? Anlayabildin mi?" dedim.

Torun Şahan, hiç beklemediğim bir anda bir kahkaha patlattı.

"– Kurt Şahan bu. Ne söyler?" dedi.

"– Nerden bileyim?" dedim.

"O zaman da ayak ucundaki herkes, 'ne dedi, ne dedi?' diye bana doğru hücum etti."

"– Sen ne dedin?"

"– 'Mındi mındi dedi, gözlerini yumdi,' dedim…"

"– Gerçekten öyle mi dedi?"

"– Evet…"

"– Şahan, mındi nedir?" diyecek oldum.

"– Abi sen de çok cahil kalmışsın. Kadın cinselliğine bizim o yörelerde "mındi" denir dedi.

"– Ruhun şad olsun Kurt Şahan" dediğimde...

Torun Şahan ise;

"– Amiinnn" dedi… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder