Hasan Gürgenarazili |
Tablonun ilk yorumunda, elinde kum saati tutan ve kanatlı olan yaşlı çıplak erkeğin "Zaman"ı betimlediği, ayakta duran ve kıyafetleri "Zaman" tarafından soyulan bayanın "Gerçek"i temsil ettiği üzerinde durulur. Yerde devrilmiş sütun parçası üzerinde oturan ve resme bakana sol omuzunun üzerinden doğrudan karşılık verircesine anlamlı bakan çıplak kadın figürünün de "Tarih" olduğu söylenir. Bu yoruma göre, tabloda karanlık ve kanatlı bir gece yaratığı şeklinde betimlenen Zaman, iki güzel kadın olarak çizilen Gerçek'le Tarih'i tehdit eder. Bunun dayanağı, Zaman'ı temsil eden figürün hayvansal ve yarasaya benzeyen yüz hatlarıdır. Zaman, üzerinde uçuşan, karanlıktan gelen gece yaratıkları olan baykuş ve yarasalarla ortak çalışır; Gerçek'i ortaya çıkartmaktansa, karanlık gölgeler dünyasına çekerek, onu hayal ve yalanlar dünyasına dahil etmeye uğraşır. Gerçek'i temsil eden güzel kadın büyük bir korkuyla Zaman'a bakar, ancak Gerçek'in aydınlatıcı ışığı Zaman'ın kanatlarına da vurur.
Tablonun diğer yorumunda, devrilmiş sütun üzerinde oturan Tarih'in sol elinde gönye, sağ elinde karalama kağıdı vardır. Gönye ve karalama kağıdı, mimarlığın sembolleri olarak bilinir. Ayakta duran kadın, Zaman tarafından yenecek olan güzelliğin betimlenmesi olarak anlaşılabilir. Mimari boyuttan yola çıkılırsa, ayakta duran kadın, resim ve heykel sanatlarının bileşkesi şeklinde yorumlanabilir. Üç sanat da Zaman'a ve yok olmaya mahkumdur. Zaman, onlar için karanlık ve tehlikelidir.
Goya'nın Gerçek, Zaman ve Tarih adını taşıyan tablosunun birbirinden farklı gibi görünen iki yorumu da alabildiğince özgür yaşamayı düstur edinen çağdaş, fakat aslında farklı zamanlarda, gerçeklerde yaşayan modern ve post-modern insanın deruni, ama temel korkularını içerir. Zamandan, gerçekten ve tarihten bağımsız gibi düşünülen, lakin üçünü de birbirine sımsıkı bir zincirle bağlayan, kenetleyen mitosların ve masalların bu korkulardan etkilenmediği söylenemez. O halde, size hepsini içeren bir masal anlatalım. Anlatacağımız masal küçükler için değil, siz büyükler için:
* * *
Bir varmış, bir yokmuş...
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; eşek mühürdar, katır silahtar iken; hem anamın hem babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; babam düştü beşikten. Annem kaptı maşayı, kovalandım kovalandım; derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçtim. Bir uçuruma vardım. Canla başla uçurumdan aşağı tırmandım. Dengemi kaybedip bir güzel yuvarlandım.
Var varanın, sür sürenin, çok baykuşu var viranenin; hali yaman dediler, destursuz bağa girenin; o da yalan, bu da yalan, fili yuttu bir yılan, var biraz da sen oyalan!
Güneş doğdu, gece oldu; gün battı, sabah oldu.
Yaranı safa, kızıştı kafa, ak sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze kızıl sakal...
Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorar mıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı.
Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede ak sakallı bir ihtiyar oturur. Şöyle ettim, böyle ettim, ak sakallı ihtiyar yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık, ne sola...
Ne az gittik, ne uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik; bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz... Armudu taşlayalım, altında kışlayalım... Ne dönülür geri, ne gidilir daha ileri. Biri ünlendi, gel beri beri...
Karşıda eski bir hamam; hamama girdik. Duvarı var, kubbesi yok; kurnası var, tası yok. Hamamcı sabun satar, elinde tartısı yok.
Cinler cirit oynarken eski hamam içinde, bir serçe kanadını kırk katıra yüklettik.
Hamamdan çıktık, zıpladık geçtik karşıya. Girdik kapalı çarşıya. Kırk katırla ilettik serçe kanadını Kaf dağına.
Bir de ne görelim, kara kara kartallar, kara kara karla kaplı kara dağlar üzerinde uçarlar. Bir nefeste erittik, o kara dağların karını. Dikilmedik ağacın orda yedik narını.
Eğrilmedik iplikle, ne çulhalar dokuduk... Elif dedik b dedik; dağı, taşı okuduk.
Bir sinek bir kartalı sallayıp vurdu yere. Yalan değil, gerçektir: Yer yarıldı birdenbire. Kerpiç koyduk kazana, poyraz ile kaynattık.
Tıngır elek, tıngır felek diyerek, başladı ak sakallı ihtiyar masalı anlatmaya:
Bir varmış, bir yokmuş...
Diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı ve tanrıların yaşadığı bir şehr-i Wiyanawanda varmış. Şehr-i Wiyanawanda'da tanrılar insan biçimindeymiş. Ve o şehri tanrılar yönetirmiş.
Tanrılar doğarlar, büyürler; yerler-içerler, evlenirler çocukları olurmuş.
İnsanların başına gelen felaketlerin, başarıların, mutlulukların hep arkasında tanrıların parmağı bulunurmuş. Başarıya, mutluluğa ulaşmanın yolu, tanrıları memnun etmekten geçirmiş. İnsanların kendileri için özledikleri en güzel şeyleri, tanrılara sunmaları gerekirmiş.
Tanrılar, yiyeceklerin, içeceklerin en iyisine, en temizine ve en tazesine layıkmış.
Şehr-i Wiyanawanda'da tanrıları tartışmak, onların yaptığı şeyleri sorgulamak külliyen yasakmış. Bunu yapanlar, tanrıların gazabına ve lanetine uğrar; ebediyyen "hınzır" ve açık toplumun düşmanı ilan edilirmiş.
Şehr-i Wiyanawanda'da tanrıların heykelleri her yere dikilmiş.
Baş tanrı "Tarhunt"muş. "Tarhunt"un insanlar arasındaki temsilcisi Sultan'mış. Sultan sarayında oturur, "Tarhunt"tan aldığı emirleri insanlara iletirmiş.
"Tarhunt"a sunulan en makbul şey "Wiyana" (şarap) imiş. Wiyana'nın doğru düzgün yapılması için, sarayda ünvanlar oluşturulmuş. Bunlardan biri "Gal gestın" (şarap başı) denilen ünvan kime verilirse, saraylı olur, orada yaşarmış.
Gel zaman git zaman, insanlar, saraylılar ve ahali diye ikiye ayrılmış. Saraylılarda Sultan'a mutlak sadakat aranır olmuş. İşin ehli yerine saraylı bir zümre oluşmuş ve "Gal gestın" denilen ünvan sadece bu zümreden gelenlere verilir olmuş.
Ünvanın verilmesi için Sultan, adaylara bilmeceler sorarmış:
"Bir koç almış
babası
Yayla hatun anası
Oğlu şarap delisi
Yayla hatun anası
Oğlu şarap delisi
Kızı Dünya
güzeli"
ve
"İri bürü babası
var
Yaşlı düz anası var
Şeker şeker kızı var
Yaşlı düz anası var
Şeker şeker kızı var
Kızıl deli oğlu
var"
Yarışmaya ahali de katılır, ama cevabı üzüm ve şarap olan bilmeceleri ilk bilen Sultan'ın gözde kulları "Gal gestın" (şarap başı) olarak atanırmış. Sonra da askeri bir rütbe olarak bunu kullanır, "Tarhunt" adına savaşlar yönetirmiş.
"Gal gestın" atanan, "ben sadece efendimi koruyacağım, bana bu ünvanı bahşetti; şehr-i Wiyanawanda halkı eğer başkaldırırsa, efendimi yalnız bırakmayacağım" diye yemin edermiş. [© Hasan Gürgenarazili - KanalKultur]
[30 temmuz 2005]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder