Bu Blogda Ara

28 Temmuz 2013 Pazar

Süleyman Fikri Erten: [1920'li Yıllarda] Antalya Vilâyetinde Tahtacılar

[KanalKultur] - (...) Tahtacılar ağızlarının pekliği ile (ketumiyetle) şöhret bulmuş olduklarından kendileriyle yakından temasta bulunmak, bir müddet aralarında kalmak, âdet ve itikatlarına oldukça vakıf olmak icap ediyordu. Elde edebildiğim bilgiyi aşağıda yazıyorum.
Vilayetimizde Tahtacıların bulundukları yerlerin bir kısmı:
  1. Çobanoğlu Musa Kahyâsı
  2. Beslik Kâhya
  3. Kımçak Kâhya
  4. Celâloğlu
  5. Hızır Kâhya
  6. Ganioğlu Hasan Kâhya
  7. Mustafaoğlu Kâhya
  8. Kanlı Mehmetoğlu Veli Kâhya
  9. Gani Kâhya
  10. Kalendar Hasan Kâhya
  11. Kaşlı Ali Kâhya
  12. 200 nüfuslu Anseli Ali Kâhya
  13. 40 nüfuslu Beşikçi Mehmet Kâhya
  14. 250 nüfuslu Hızır Kâhya
mahalleri vardır. (...)

[Şiveleri]

Tahtacıların şiveleri de muhitin şivesinden ayrıdır. Telâffuz tarzlarında bir betaet vardır. "Olmayız" diyecek yerde "olmayık", "gelmeyiz" yerinde "gelmeyik" gibi ve buna benzer (...) lehçeleri vardır.

[Giyimleri]

Erkeklerin giyiniş tarzı yerli ahalisi gibi ise de kadınlar üç peşli entari, paçaları bol ve bağlı bir şalvar (Çentiyan) giyerek başlarını dahi kırmızı büyük bir yazma ile bohçalıyarak ve gümüş zincirler, beşlik gibi gümüş sikkeler takarak köylü ve aşiret kadınlarından yeknazarda seçilebilecek, hususi bir giyinişe tabidirler. Kadınlarında ötedenberi tesettür olmadığından yüz, gerdan ve kısmen göğüs açık haldedir. Elbiseleri ekseriya kirli ve adidir. Maamafih mütemadi çalışma dolayısile umumiyetle bünyeleri kuvvetli ve mizaçları demevidir. Beyaz ve kırmızı çehrelerile bir güzelliğe malik iseler de teşekkülatlarındaki kabalık göze çarpar.

[Barınakları]

Mensup oldukları tacirin iltizam eylediği ormanlarda su başına yakın bir yere evvelâ (Alacık) denilen ağaç dallarından kubbe gibi bir kulübe yaparlar ve bu kubbenin üzerlerini yün ile keçi kılını karıştırarak yaptıkları bir nevi keçe ile örterler. Kubbenin etrafını da düzgün kesilmiş ağaç, yonga ve iplerle bağlıyarak sıravarî kapatırlar. Bütün ev eşyasınıda çuvallara koyarak etrafına sıralarlar.

[Araç-Gereçleri]

Tahtacılarda az çok koyun ve davar bulunursa da sanatları bilhassa ağaç kesmek, tahta biçmekten ibaret olduğundan sanatlarına lazım olan balta, bıçkı gibi aletler bulundururlar. Ev eşyası hususunda köylü, aşiret evlerinden daha fazla eşyaya malik değillerdir. Bir Tahtacının serveti, taçıtlarının adedile ölçülebilir. Her Tahtacının iktidar derecesine göre işlediği keresteyi taşımaya mahsus bir veya birkaç katır veya beygiri bulunur. Ziraate heves eden pek azdır. Bunlar tüccar namına daima işlerler. Hesap neticesinde borçlu çıkarlar. Zira eşyanın fiyatı, borsa ve piyasa hakkında malumatları olmadığı gibi tüccarın gösterdigi borçları itirazsız kabul ederler. Yıllarca çalışır gene borçtan kurtulamazlar. Hesabı carileri daima açık tarafa meyleder ve bu açığı ölünceye kadar kapatamazlar.

[İşbölümü]

Tahtacılar sanatlarının ifası hususunda kadınla erkek aynı surette çalışır. Karısı olmıyan bir Tahtacı bir yanım yok diye teklif olunan hizmeti ifa edemez. Tahtacının karısı sanatının ifası için tefrik kabul etmez ikinci bir uzvudur. Çünkü kesmek, biçmek hususunda kendisine yardım etmek meselâ bıçkıyı mukabilinde çekmek için karısı veya hiç olmazsa annesi, kız kardeşi bulunması icap eder. Bir Tahtacı maa aile makine gibi hiç durmaksızın işlemektedir. Bir Tahtacı için alacağı kızda aranılacak başlıca meziyet, iyi bıçkı kullanmasıdır.

[Mizaçları]

(...) Kavgadan, kabadayılıktan hoşlanmazlar. Onun için askerlikten pek ziyade çekinirler. Gebiz nahiyesinin Aksu taraflarında ve Isparta'da bulunan Tahtacıların bir kısmı İranlılık iddiasında idiler. Bazıları İran pasaportunu bile taşırdı. Bununla beraber bu pasaportlar 312 yılı tarihinde Isparta ile Antalya hududu arasında nüfusa kaydedilmeksizin kalan bir kısım Tahtacıların vaktiyle Karahisar'daki İran Şehbenderine müracaatla böyle bir pasaport almış oldukları ve hele nüfus sicilinde kayıtlı Tahtacılardan bile pasaport alanların bulunduğu ve sahte, tahrif edilmiş pasaportu hâmil olduklarıda görülmüştür.

Tahtacıların kendilerine mahsus olan en mühim meziyeti fevkalade ağzı sıkı olmalarıdır. (...) Yukarda sayılan mahallerde okur yazar pek az kimse bulunur. (...)

[İnanç ve İbadet]

Din ve mezhep hususunda hususî bir tarika ve kendi itikatlarınca Bektaşi tarikine saliktirler. İslam farzlarından yalnız Kurban Bayramı namazını kılarlar. Koç olmak şariyle kurban keserler. Diğer dinî teklifleri tanımazlar. Allah ve Peygamber hususunda ekserisi hiç bir fikre sahip değillerdir.

Eskiden her sene bilhassa İzmir ilinde Bornova nahiyesinin Nazlı ve Naldöken köylerinde oturan 150-200 haneden ibaret bir kabileden olmak üzere başında beyaz yünden 12 dilimli, sivri külâhlı ve siyaha yakın yeşil sarıklı, kulakları meşin küpeli, sakalı karmakarışık Haydarî cübbeli dervişler gelerek âyin ve dinî telkin ederler. Bunlara Dede ünvanı verirlerdi. Kadın erkek bütün Tahtacılar bu ailenin tazyik ve inhisarında idiler. Bütün felâketlerinin yegâne müsebbibi işte bunlardı. Kendileri fevkalade ağzı sıkı olduklarından halk arasında itikatları hususunda bir takım garip rivayetler vardı. Filhakika sırrı muhafazada hayatları bahasına ahdu peyman etmişlerdir. Tahtacıların esrarını meydana vuran kimse idam edilirdi. İdam hükmü Dedenin riyasetinde ve her biri hususî bir hizmet sahibi on kişiden ibaret bir heyet tarafından verilirdi. Gelen dervişler kendilerine en mühim olarak aşağıdaki cümleyi telkin etmektedir ki bu, onlarca âdeta bir nas hükmündedir (Sırrı sır edenin demine hu / Sırrı faş edenin ervahına yuf). (...) bir çok hükümlerin ve icraatın menbaı bu meşhur heyetin mürekkep bulunduğu 12 âzanın adları aşağıya yazılmıştır.
  1. Mürebbi: Dedenin vekili demektir. Dede bulunmadığı zaman heyete riyaset eder ve cezalarını tayin ile icra eder.
  2. Görücü: Tahtacılar kabilesine mensup efradın oba dahilinde ve haricinde kabahatlarını araştırır ve mürebbiye haber verir.
  3. Ayakçı: İçtima zamanlarında efrada vakit ve içtima yerini haber verir.
  4. Sazende: Cemiyette gerek erkek, gerek kadınlar raksederken saz çalar.
  5. Haricî: İçtima va oyun yerinde hâsıl olan günahları temizlemek için oyun ve içtima yerini süpürür.
  6. Meydancı: Oyun oynanan yeri muhafaza eder. Bekçi demektir.
  7. Kurbancı: İki erkek birbirinin musahibi olduktan sonra (Sima çıkarmak) dedikleri sağ ve sol ellerini mütemadiyen salladıktan ve bunların kurbanını kabul ve kestikten sonra hazıruna et yedirene denir.
  8. Rehber: Bunun vazifesi yalnız nikâh sırasında erkek ve kadını dedeye götürerek secde ettirmektir.
  9. Saki: İçilecek meşrubatı dağıtır. Bu hususta gençlik, ihtiyarlık aranmaz.
  10. Nezaretçi: Âyin sırasında dışardan bir kimse esrarlarına vakıf olmaması için o sırada tarassut eden kimseye denir.
  11. Hizmetçi: Gerek âyin sırasında ve gerekse başka zamanlarda toplanan yerlerin ufak tefek hizmetlerini ve bilhassa dedenin hususî hizmetlerini görmeye memurdur.
  12. İzmir'den gelen ve Tahtacıları inhisar altında bulunduran reistir ki bu mıntıkaya gelenlerin isimleri Rıza, Seyyar, Haydar, Hasan, Veysel, Cafer, Murtaza adındaki şahıslardır. (...) Baba ve Efendi dedikleri bu dervişler (...) Tahtacıların malumu olan bir takım işaretler ve imalı kelimelerle ilim ve derecesini izhar ettikten sonra saz çalarlar, işret edilerek âyini cem icra eylemek ve Tahtacıların arasındaki davaları hallü fasletmek ve para cezası alarak günahlarını affetmek gibi işlerde bulunurlarmış. Âyini ceme evlenmemiş olan erkek ve kadının girmesi yasaktır. Tahtacılar bu dervişlere o kadar kapılırlar ki bütün servetini feda etmekten çekinmezler.
(...) Bektaşi Veli'ye ve bu tarikat meşhurlarına fevkalâde hürmet beslerler. Âli Aba'ya karşı büyük bir hürmet duyarlar. Muharrem'in on gününde bazan Ramazan orucuna benzer ve bazan da mütemadiyen tuzlu yiyerek ve su içmemek suretiyle oruç tutarlar ve behemehal aşure pişirirler.

En büyük emelleri Bektaşi azizlerinin mezarlarını ziyarettir. Sünnî ahaliden kız almadıkları gibi kız da vermezler. (...)

[Evlenme Geleneği]

Medenî ve içtimaî usullere iltifatı olmayan Tahtacılarda düğün ve nikâh usulü pek başka idi. Bir delikanlı evlenmeyi murat ettiğinde aşiretinden beğendiği kızla görüşerek (...), bir gün kızın çadırı yanına gelerek kızı bekler ve o sırada zaten malûmatı olan kız dahi çıkarak berabece kaçarlar. Evlenme merasimi böyle başlar. Derhal iki taraf mensubini arasında müthiş bir mesele zuhur eder. Kızın velisi fazla ağırlık alabilmek için şikâyete, gürültüye, muvafakatsizliğe kıyam eder. Araya mutavassıtlar girerek 8 - 10 - 20 ne miktar kararlaştırırlarsa altın lira ağırlıkla aralarını bulurlar. Gürültü faslı fasloluncaya kadar dağda saklanmış olan kızla oğlan, karı koca olmuş bulunarak dağdan inerler. Evlerine gelirler. Bunlarda Sünnî Müslümanlar gibi nikâh kıymak, düğün yapmak âdetleri yoktur. Nikâhları reisleri huzurunda ve bazı merasimle yapılır.

Nikâhı yapılacak olan erkek ve kadının boyunlarına birer mendil bağlanır ve mendilin ucundan tutularak rehber vasıtasile dedenin huzuruna getirilerek secde ettirilir.

Tahtacılar birbirini ikna etmek için yemin etmek icap ettiğinde kitap ve Allah ismi veyahut namus üzerine yemin etmezler. Yeminleri mesela "On İmamın kanını içeyim" tarzında veyahut kapı eşiğini veya ocaklığı öpmek suretiledir. (...) Veraset usulü de ayrı bir kaideye tabidir. Bir Tahtacı aile reisi hayatında her oğlunu evlendirdikçe ev eşyası ve çadır levazımı ve sanatlarına ait âlet, edevatı vererek onlara ayrı ev yapar. (...) Öleceğinde evinde kalan en küçük oğlu babasının başka varisi yokmuş gibi bütün metrukatına malik olur. Kızlar veraset hakkından mahrumdur. Mamafih menfaatine taallûk ettiği takdirde veraset taksimi için hükümete müracaat edenler de görülmektedir.

Âdetlerinde boşanmak, bir kaç kadın almak yoktur. Pek nadir yerlilerden görerek bu gibi vakaların zuhuru da vâkidir.

[Sır ve Diğeri]

Tahtacıların esrarengiz itikatlarla meşhur bulmuş olduklarını yukarıda söylemiştim. İtikatları hakkında malûmat almak, esrarlarına vâkıf olmak pek müşkül bir meseledir. Büyüğünden küçüğüne kadar hiç birisi itikat ve ananelerini katiyen harice söylemezler. Her ne sorulursa (Bilmem) ile mukabele ederler. Şu kadar var ki az bir temasla Ebu Bekir, Ömer, Osman'ı hiç sevmedikleri gibi bu adı taşıyanlardan da nefret ettikleri anlaşılıyor. (...) Kendilerile beraber yıllarca bulunmuş olanlar, ancak bu kadar anlayabilmişlerdir. Bunun için Tahtacılara Alevî ve Bektaşî derler.

Meseleyi incelemek için günlerce aralarında kalmak, sıkı temas etmek, her temasta yalnız Âli Abâ'nın ûlviyetinden, menâkıbından hikâye ve masallarından mubalağalı medhiyelerinden bahsetmek, Muaviye, Yezid'in hatalarını söylemek icabeder. Ancak böylece biraz emniyet ve itimat kazandıktan sonra en akıllılarından birisi Selmanı Farisi hakkında fikrimi sordu. Bu sualden itikatlarında Selman'ın da mühim bir yer aldığını hissettim. Şemailini saydım, hoşuna gitmiş olalıdır ki, Selman'ı görecek olursam tanıyabileceğimi sordu. Bu sözden azizlerinin resimleri veya fotoğraflarının kendilerinde bulunduğunu hissettim. Memnuniyetimi izhar ettim. Bunu ifşa ettiğinden nadim gibi göründü, başka vakte talik etmek istedi ise de ısrarım üzerine yalnız evine götürerek kapıları kapattı, levhayı şimdiye kadar kimseye göstermediğini söyledikten sonra diğer bir odadan tahminen 50 x 60 mikyasında camlı ve güzel çerçeveli bir levha getirdi. Levha pek temiz idi. Her halde ihtiramlı bir yerden indirilmiş olmalıdır. Levha kalın bir kağıt üzerine suluboya ile 1294 yani 1877 tarihinde yaptırıldığı halde yeni yapılmış gibi lekesiz ve temizdi. Ne kağıtta ufacık bir leke, ne de boyasında bir solgunluk vardı.

Levhada pek dikkatle yapılmış sekiz yüz vardı. Her yüzün üzerinde güzel bir talik yazı ile isimleri yazılı olduğundan şahısları ayırt etmekte güçlük çekilmiyordu. Kenarlarında güzel ve girift hatlar, boyalı ufak çiçekler arasında ilerde yazacağım Acemce beyitler ve 1294 tarihi yazılıdır.

Sekiz şahsın dördü ayakta, dördü oturur vaziyette bir hurmalıkta tahayyül edilmiştir. Önlerinde main şeklinde parke döşenmiş gibi sade siyah hatlar vardır. Biraz yüksek ve sol tarafta ufak ve yeşil sarıklı, başında altı dilimli bir ırakiye, sırtında koyu yeşil, geniş cübbeli, siması ayırt edilemeyecek derecede beyaz ve uzun peçeli olan zat güya Muhammed'dir. Dizi üzerine oturmuş ve dizinde yaldız satırlı ufak bir kitap olduğu halde üstüne sağ elini koymuş, sol elile sağında oturan Ali'ye biraz uzatmış da bir şeyler söylüyor vaziyettedir. Başının üzerinde altın hâle vardır. Dizinin altında, döşemeye konulmuş daha büyücek bir kitab görülüyor ki (...) Kuran olsa gerektir.

Hâlenin biraz üstünde (Cenabı Resulûllah aleyhi ve alihi) yazılıdır. Muhammed'in karşısında aynı vaziyette ve levha temaşagirana yüzünü çevirmiş olan zat Ali'dir. Ali, hafif kırmızı cübbe giymiş, dizleri üzerinde bulunan kınsız, çatallı zülfikarı iki elile tutuyor. Bunun da başında aynı sistemde hâle vardır. Biraz yüksekte "Allah'ın arslanı arzı didar etti, perdenin arkasında ne olursa gelir" manasında olan "Esedullah pür vücud âmed der pesi perde herçi büved âmed" yazılıdır. Muhammed'in biraz aşağısında, diz üzerine oturmuş ve Muhammed'in elbisesi renginde cübbeli, masum bir vaziyette oturan Hüseyin'dir. Hüseyin, sağ elini göbeğine koymuş mini mini sol elile karşısında, Ali'nin alt tarafında oturan Hasan'a bir şeyler anlatıyor vaziyettedir. Başı biraz sola doğru meyillidir. İmamı Hasan aynı vaziyette ve babasının giydiği bür'e renginde bir cübbe giymiştir. Sağ elini göğsüne, sol elini dizine koymuş bir çocuk simasındadır. Bunların her ikisi de hâleli olup birisinin üstünde İmamı Hüseyin, diğerinin üstünde İmamı Hasan yazılıdır. Sarıkları ufak, takkeleri dilimli olmakla beraber, fazla olarak bunlarda boyunlarından aşağı doğru sarkmış geniş ve yeşil taylasana benzer bir şeyler vardır.

Bu dört zatın başındaki hâleler, Hazreti İsa ve Meryem'in resimlerinde gördüğümüz yuvarlak hâlelerin aynı ise de tepeleri yukarıya doğru biraz sivridir. Yaldızlı hâlelerde birkaç ince ve kırmızı çizgiler yukarıya doğru uzatılmıştır. Ammârı Yaser, Ebu Zer, Ali'nin biraz solunda ve Selmanı Farisi ile Miktad Muhammed'in biraz sağında tazimkâr bir tavırla, elleri çaprazvarî olarak ayaktadırlar. Selman, Peygamber'e daha yakın ve daha açık yeşil uzun elbiselidir. Mikdad, aynı vaziyette ve elbisesi kırmızımtırak, Ebu Zer, Ali'ye yakın uzun cübbeli ve cübbenin altında uzun kırmızı beyaz çizgili Hama kumaşından yapılmış entarisi görünüyor, Ammari Yaser'in elbisesi mordur. Dördü de aynı vaziyette, hepsinin başında ince yeşil sarığı ile altı dilimli ve düğmeli takkeleri vardır.

Hasan'la Hüseyin'den başkası, siyah ve seyrek sakallı olub, Selman'ın arkası biraz kambur ve bembeyaz top sakallıdır ki ihtiyarlığından kinayedir.

Levhanın sağ tarafında kırmızı mürekkeble yazılmış Rumca bir imza ve 1877 tarihi mevcuttur ki resmi yapan Rum'un imzası olduğu muhakkaktır.

Resim her halde başka bir resimden kopya edilmiş ve belki de Rum azizlerine mahsus bazı ilâveler yapılmıştır.

Resimlerin üst tarafındaki beyitler:

Desti hesti dâmeni tü ya Ali medet.
Ez canu dil muhibbi tü em ya Ali medet.
Ber canı harici zedeem pençe çün esed.
Huni Hüseyin mitalebem ya Ali medet.

Sağ tarafındaki beyit:

Ne didü ne bined diğer ruzigâr.
Civan çün Ali tiğ çün zülfikar.

Alt tarafındaki beyit:

Bîşe icadı Rabbilâlemin yek şir daşt.
Ezberay düşmenanı Mustafa yekşir daşt.
Maderi gitî nezade der cihan misli Ali.
Asüman gûya ki der terkeş hemin yektayr daşt.

Sol tarafındaki beyit:

Ya Ali, ya Ali fedayı tü men.
Men be kurbanı haki payı tü.

Levhayı ihtiramla iade ettim. Ertesi gün birçok menakibten bahsedildi ve münasebetsiz, mânâsız bir takım suallerine cevab vermeğe çalıştım. Fırsat bularak, Ali ile Muhammed'in hangisinin efdal olduğunu sordum. Muhatabım, burada fazlaca düşündü. Bunların her ikisinin birer kabahat işlediğini, fakat birbirinden kabili tefrik olmadığını, biri olmadan diğerinin olamayacağını bahsettikten sonra, anlaşılamayacak surette hafif bir sesle bir şeyler mırıldandı ve nihayet dedi ki: "Bana öyle geliyor ki Adem ne ise Musa'da odur, Musa ne ise, İsa'da odur, İsa ne ise, Ali'de odur".

Muhammed'in kabahati Ayşe'yi almak olduğunu itiraf etti ise de Ali'nin kabahatini bir türlü söylemedi. Namaz ve oruç hakkındaki fikrini sordum. Kime farz ise o kılsın gibi kısaca cevab verdi. Kur'an 13 cüz iken nasıl olup da 30 cüze iblâğ edildiğine dair olan sualine karşı cevab veremedim. O da izah etmedi. (...)

Bunların tenasühe kail ve ulûhiyetin Ali'de tecelli ettiği itikadında oldukları anlaşılıyor. Oniki İmamı takdis ederler. Müstakil kitapları yoktur..

Denilebilir ki Tahtacıların başlı başına ve malûm olan bir tarikatı yoktur. Muhtelif tarikata mensup gelen her şeyh, itikatlarına bir madde ilâve etmiştir. Tarikatlarında Şiilik, Bektaşîlik ve açık bir surette hulûl ve tenasüh vardır ki (...) bu tarikat halitasına inanırlar. İtikatları, ağızdan ağıza intikal etmektedir. Bektaşîlere ait ve Ali hakkında yazılan mübalâğalı menkibeleri seve seve dinlerler.

(...) bildiğimiz âdet üzere ölüyü merasimle kaldırırlar. Bir kısmı ise doğrudan doğruya kendileri yani babalarına ve bulunmazsa vekiline yıkatarak gömerler. Ölü için acı acı bağırmak âdetleri câridir. (...) Muaviye, Yezid'e ve Mervan'a bol bol lânet ederler. Tekkelere, yatırlara, rüyaya pek çok itibar ederler. Türbelere fazlaca kurban keserler. [KanalKultur]

* Yazarın 1940'ta yayınlanan "Antalya Vilâyeti Tarihi" adlı eserinin (İstanbul: Tan Matbaası) 127-137 sayfaları arasında "Antalya Vilâyetinde Tahtacılar" adlı başlıkla yer alan kısmının, yeniden düzenlenmiş halidir. Ancak, bu makale, daha önce de 1927 yılında, aynı muhtevayla Süleyman Fikri adıyla "Anadolu'nun Dinî Etnografyası: Teke Vilâyetinde Tahtacılar" başlığıyla Türk Yurdu dergisinde (v. cilt, 29. sayı: ss.477-489) yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder