[İlhan Baran] - Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Türk müziği ve Batı müziği, başka bir deyişle tek sesli müzik ve çok sesli müzik taraftarları arasında süregelen bitmez tükenmez tartışma ve iddialar, Türk sanat ve düşünce hayatına hiçbir ciddi katkı getirmemiştir. Yarım yüzyıllık, bu gereksiz ve temelsiz iddiaların, teknik bilgilere ve müzikolojiye dayanmaktan çok duygusal yaklaşımlardan kaynaklanması, ve hiçbir tutarlı dünya görüşüne dayanmaması, sonuçta Türkiye'yi müzik sanatından yoksun bir ülke haline getirmiştir. Türk müziği ile Batı müziği ya da tek sesli müzik ile çok sesli müzik mensupları ve partizanları arasındaki bu "tarihî" çekişmenin aslında, teknik olarak, hiçbir temeli yoktur. Bu temelsizliğe, bir açıklık getirmeye çalışalım.
Zengin bir geçmişe sahip olan Türk müziği, Batı kültürünün dışında kalan bütün müzik türleri gibi tek seslidir. Bu tek sesliliğin, bir kusur olup olmadığı hakkındaki tartışmalar, diğerleri gibi çok uzamıştır. Batı kültürü, bin yıl önce çok sesliliğe geçmeye başladığına göre, tek sesli müzik türlerinin, aşama yapamamış müzik türleri oldukları tartışılmaz bir olgudur. Hiç müzik bilmeyen bir aydın dahi kolayca kestirebilir ki, dört ayrı ezginin birbirine paralel olarak ve saptanmış kurallar içinde duyulması bir tek ezginin sürmesine nazaran, insan düşünce ve duyarlılığının çok daha ileri bir aşamasını temsil eder. Yine de Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, bu noktaya çok takılmamak gerekir idi. Bunun için iki gerekçe öne süreceğim:
A. Tek sesli müzik, Batı kültüründeki karmaşık çok sesliliğe nazaran geri kalmış bir teknolojiyi temsil ederse de, bu teknoloji içinde yine de iyi ve güzel şeyler yapılamaz değildir. Yalnız bunun için müziğin dışında, iyi bir genel kültüre ve evrensel bir dünya görüşüne sahip olmak gerekir. Demek ki, tek sesli olarak yeteri kadar asil ve yeteri kadar evrensel yaratılar yoksa, bu tek sesli tekniklerden ya da bu işle uğraşan bestecilerin kusurlarıdır. Çünkü, tarihsel aşamasını tamamlamış düşünce sistemleri içinde bile, daha uzun süre iyi ve güzel şeyler yapılabilir. Tarih bunun örnekleri ile doludur.
B. Türk müziğinde kullanılan, otuz-kırk kadar orijinal makamı acaba tümden modası geçmiş, sadece tarihsel olmuş bir malzeme midir? Bu iddia, Batı müziğini ve çok sesliliği bilgisizce ve anlamadan savunan geniş kesimlerce sık sık ortaya atılmaktadır. Bu kesimler, çağdaş müzik tekniklerini etüd etmek yeteneğine sahip olsalardı, yirminci yüzyılın en zengin müzik malzemesinin, tek sesli modlar (diziler, makamlar) olduğunu müşahede ederlerdi. Bu modlar, tek ses-çok ses tartışması yapanları hayal bile edemeyecekleri karmaşık çok sesli tekniklerle işlenir. Bu tek sesli modlar, Batı literatüründe kontr puan olarak, üçlü akor yapıları içinde, dörtlü akor yapıları içinde, ikili akor yapıları içinde, polikord akor yapıları içinde, karma akor yapılan içinde, armonik sentez yapıları içinde, caz armonisinin olanakları içinde ve hatta parçalanarak, atonal tekniklerle ve çok ileri bir insan düşüncesi aşamasında işlenmektedir. Dolayısıyla Türk makamları da yalnız Türkiye'nin değil bütün uygar dünyanın çağdaş müziğini besleyecek olan bir müzik dili teşkil eder.
İleri sürdüğüm bu iki gerekçe sonunda: Cumhuriyet dönemindeki müzik politikasının doğru yörüngesine oturtulamadığı kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu konuyu biraz açmaya çalışayım: Türk müziği ve Batı müziği, diğer deyişle tek sesli müzik ve çok sesli müzik birbirinin alternatifi değildir. Sürekli olarak ikisi arasında bir tercih yapmaya kendini zorlamak çok yanlış bir kültürel tutumu benimsemek olur. Tek sesli müzik ile çok sesli müzik, Türkiye gibi çağdaşlaşma sürecini yaşayan bir ülkede, uygar çoğulcu ve demokratik kültürün bir sonucu olarak, birarada yaşayan iki değişik renk olarak algılanmalıdır. Burada, elli senedir yapılan içi boş ve de kof kavganın atladığı esas önemli nokta şudur:
Tek sesli ve çok sesli müzik dilleri ancak kalite ve evrensel doğruluk için rekabet etmelidirler. Bu tür bir rekabet her iki kesimin kalitesini yükselteceği için, çoğulcu ve demokratik Cumhuriyet kültürü için, mükemmel bir katkı teşkil edebilirdi. Bu yapılmamış, bunun yerine her iki kesim birkaç basit slogan ile birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Sonuçta, esas yıpranan yeni Türk kültürü olmuştur.
Konu bu noktaya gelince gerek tek sesli gerek çok sesli kesim ve kuruluşların, nasıl bir müzik politikası izlemesi gerektiği hakkındaki kişisel görüşlerimizi toparlamakta yarar görüyorum. Türk müziği geleneğine dayanan kuruluşlar, geleneği en iyi şekilde yaşatma ve icra etme görevi ile yetinmelidirler. Yani onaltıncı yüzyıl Türk müziğini aynı o dönemin enstrümanları, belki kıyafetleri, grupları ve özgün makamları ile icra etmelidirler. Aynı şekilde örneğin on sekizinci yüzyılın Türk besteleri de kendi otantik özellikleri ile icra edilmelidir. Sonuçta Türk müziği kesiminin son derece muhafazakâr ve tarihe dönük olarak sanat dünyamıza katkıları umulur. Tek sesli bestelerin, kendi gelenekleri içinde, ya da daha serbest bir dil olarak devamı ise yaratıcı bireylerin işidir; kuruluşlar ya da teorisyenler bu konuda reçete belirtemezler. "Türk çok sesliliği" ya da kontrabas, piyano, viyolonsel, arp gibi Batı enstrümanlarının konuya ithali ile olay son derece hafiflemekte ve bir kültürel olgu olarak bütün ümitlerini yitirmektedir. Tek sesli bir müzik eğitiminden gelerek, evrensel ve mukayeseli müzikoloji yapılamaz; Armoni sistemleri icad edilemez; Enstrümantasyon renkleri bulunamaz; Geleceğe dönük bir müzik düşüncesi yaratılamaz. Bütün bu kültürel sentezler için muhakkak surette Batı tipi kompozisyon ve müzikoloji bilgileri ile donanmak gerekir. Sonuçta tek sesli Türk müziği kesiminin misyonu, geçmişin en doğru şekilde korumaktır.
On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren yurdumuza giren Batı müziğinin ya da çok sesli müziğin yerleşmesi misyonunu üzerine alan kuruluş ve şahısların yapmaları gereken eylemler çok daha karmaşıktır. Bu kesim ve bu kuruluşlar gerek Türk müziği tarihini gerekse Batı müziği tarihini çok iyi bilmek durumundadırlar. Türk müziği tekniklerinin mukayeseli incelenmesi, paradoksal görünse de ancak çok sesli müzik kuruluşları içinde gerçekleşebilir. Batı müziğinin ise, yarım yüzyıldır yapıldığı gibi sadece klâsik ve romantik dönemlerinin algılanabilmesi, bu kesim adına büyük bir kültürel giderek beyinsel eksikliğe ışık tutmaktadır. Batı kültürü, kendi içinde karmaşık bir bütünlüğe sahiptir. Biz bu bütünlüğün, orasını ya da burasını tercih etme durumunda değiliz. Klâsik ve romantik dönemlerle birlikte, çağdaş dönemin tümü ya son doksan yıl; Caz teknikleri ve YENİ MÜZİK denen klâsik nota dışı müzik türleri, eğitim ve icra platformuna muhakkak surette getirilmelidir. Çağdaş bir kompozisyon içinde kullanılan Chromatic Cluster'ları, barbar olarak niteleyen beyinsel ucubelerle, çok sesli kesimin bir yere varamayacağı açıktır. Çok sesli müziğin, ustalarının, Türkler değil Avrupalılar olduğunu hatırlamamız ve orada yaratılan eserleri üretilen bilgileri, kendi az gelişmişlik süzgecimizden geçirmeden aynen öğrenmeye ve anlamaya çalışmamız çok iyi olur. Çok sesli Batı müziğinin Türkiye'de yayılması gibi bir misyonu yüklenen kuruluşlar ve şahıslar, bu misyonu herhangi bir sansür koymadan ve batılı bir düşünce tarzı ile savunmalıdırlar.
Şimdi, konunun en can alıcı noktasına geliyoruz. Yarım yüzyıldır, hemen her gün ve de anlayan anlamayan hemen herkes Ulusal Müzik ve Müzikte Ulusallık üzerinde konuşmuş ve bitmez tükenmez suçlamalara girişmiştir. Sanatta ulusallığın, hamasî, duygusal bir konu olmayıp tamamen teknik bir konu olduğu nedense hiç hatırlanmamıştır. Sanatta ulusallığı heyecanlı ve hamasiyat düşkünü babayiğit bürokratlar değil, fevkalâde bilgili ve üstün yetenekli sanatçılar sağlarlar.
Müzikte, ulusal akımlar ondokuzuncu yüzyılın ortalarından, yirminci yüzyılın ortalarına kadar sürmüş ve olağanüstü başarılı olmuştur. Çok sesli müziğin esas babaları olan İtalyanlar, Almanlar ve Fransızlar gibi birinci derecede ekol kurucu uluslardan sonra, Ruslar, Çekler, Polonyalılar, İngilizler, Macarlar ve Amerikalılar da kendi ekollerini kurmuşlardır. Yalnız, bizim müzik camiamızda, bu ekoller halk ezgilerini kullandıkları için varolmuşlardır zannediliyor. Düşünce sistemimizdeki tek seslilik, böylece, Batıyı yorumlamamıza da olumsuz olarak etki ediyor. Sanki, ezgi kullanmak gibi tek sesli nedenlerden dolayı ulusal ekoller oluşmuş gibi bir hava yaratılıyor. Bu, büyük ölçüde yanlıştır. Batının ulusal ekollerinde, doğal olarak bazı halk müziği fragmanları kullanılmakla birlikte, ulusal ekolü asıl vareden, Kontrpuan ve Armoni dönüşümlerinde, halkın ortak duyarlılığını ve heyecanını yakalayan özgün dönüşümler yaratabilmektir. Batıdaki ulusal ekoller, bu dönüşümleri başardığı için vardır, yoksa halk ezgilerini ya da tarihî ezgileri kullandıkları için değil... Böylece şu olgu açık seçik olarak ortaya çıkıyor: Ulusal müziğin özü çok sesli kombinezonlar üzerinde bulunabilecek özgün renkler ile ilgilidir. Tek seslilik ile ulusal müzik yaratılması, eşyanın tabiatına ters düştüğü için, olanaksızdır. Bu açıdan, konuyu özelleştirelim. Ulusal Türk Müziği nasıl tanımlanacaktır? Bir kere ezgi kuruluşları ve ritm özellikleri, Türk ve Anadolu tarihinin derinliklerinde olağanüstü bir malzemeye sahiptir. Ezgi malzemesinin, makamsal olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Şimdi, bu tek sesli malzeme, Batının bin yıldır üstün bir yetenekle oluşturduğu armoni ve kontrpuan tekniklerinin süzgecinden geçecek, uygar dünyada en son kullanılan bütün müzik teknikleri de gözönüne alınarak, Türk ve Anadolu insanının ortak duyarlılığını ve heyecanını yansıtan yeni çok seslilik dönüşümleri elde edilecektir. Bu bir çeşit sentezdir. Fakat olayın tutarlı olması, bu sentezin, bütün uygar dünya tarafından benimsenebilmesi için, estetik açıdan Batıdaki benzerlerinin altında olmaması gerekir. Yoksa sedce Yöresel Müzik olur, Ulusal Müzik olmaz. Eğer, buraya kadarki görüşler doğruysa, çok sesli müzik eğitimi veren kurumlarda en azından yaratıcı olacaklar için, Türk ve Batı müzikolojisinin bütün dönemlerinin öğretilmesi gereksinmesi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yine ortaya çıkan çok önemli bir gerçek, Ulusal Müzik sorununun amatörce bir heyecan ya da kontrolsüz bir hamasiyatla değil, Batı düşünce tarzının kullanıldığı mükemmel bir tahsil ve terbiye ile çözüleceğidir.
Türkiye, Ulusal Müzik sorununu, Batılaşmayı ve çağdaşlaşmayı başardığı ölçüde çözecektir. Kanımca ne eksik, ne de fazla. [İlhan Baran]
Bkz. Tarih ve Toplum, 13 (1990) 77: 277-278.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder