Bu Blogda Ara

13 Kasım 2013 Çarşamba

Ramazan Çakıroğlu: İntikam ve Bumerang

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Hikmet sekiz çocuklu bir ailenin, üç erkek çocuğunun ortancasıydı. Anası ona hamileyken, bebek bir türlü gelmeyince hastaneye zor yetiştirmişler, Refiye kadının karnını keserek bebeği alabilmişlerdi. Nur topu gibi olduğu için, anası ad aramaya gerek bile görmeden, 'Tanrının hikmeti bu bana' demişti. O yüzden ona "Hikmet" demişti. Hikmet de gerçekten bir "Hikmet"ti. Anasından, üç kilo altı yüz gram gelen ağırlığını, saman sarısı saçlarının çıkmış olması, yumuk yumuk bakan keskin mavi gözleri gölgelemişti. Çevreden herkes bu bebeği, görmeye gelmişti. Ne var ki, sekiz çocuklu aile, onlara bakmakta epeyce zorlanmış, varlıklı insanların işini görerek büyütmek zorunda kalmıştı...

Hikmet'in anasının, işini gördüğü toprak zengini ailelerinden biri vardı. Bunlar 'Merhametsizler' olarak anılıyordu. Bu lakabın, onlara, tarihlerinden kaldığı ise hep bilinirdi. Hikmet'in çocukluğu, kendisinden birkaç ay sonra doğan, Merhametsizlerin Leyla ile geçmişti. Leyla'ya da adını dedesi vermişti. Dede, yattığı hastanede kendisini ölümden kurtaran doktorunun adını vermişti ona. Yoksa, dağın başında "Leyla" ne arardı?..

Onlar iş, güç, yardım sırasında yan yana beşiklerde büyümüşler, aynı harmanlarda oynamışlar, çamaşırları aynı derelerde yıkanmıştı. Çünkü; Merhametsizlerin ne harmanı biterdi dövüle dövüle, ne davarı, ineği, camışı tükenirdi sağa sağa, ne de tarlalar yetişirdi süre süre. Sanki Hikmet'in anası onlar için yaşıyordu. Öyle ama, başka yolu da yoktu. Sekiz çocuk, iki de ana-baba, on boğazı ne doyururdu. İşte bir şekilde dünya dengesini böyle sunuyordu sanki…

Leyla da çok güzeldi. Şimdiden dillere destan güzelliği vardı. Küçüklüğünden bu yana, her gören, "bu kız Hikmet'e benziyor. Birbirine de çok yakışıyorlar" sözünün şakadan öteye gideceğine pek kimse inanmamıştı…

Zaman içinde, Merhametsizlerin ailesi, küçülmeye başlamıştı. Büyük babaları, yıllar sonra hastaneye yatışından sağ çıkamamış, ölmüştü. Onun acısına dayanamayan büyük anne, bir yıl geçmeden göçüp gitmişti. Nasibini gurbet yollarında arayan, Leyla'nın amcası, karısı ve çocuklarıyla Almanya'da trafik kazasına kurban gitmişti. Leyla'nın babası Namık ise, 'rençberlik para getirmiyor' diyerek, maden ocaklarına münavebeli kazmacı yedeği olarak girmişti. Bütün bunlar, o kadar toprak ve malı, mülkü ayakta zor tutan Merhametsizleri, artık delikanlılık çağına gelen Hikmet'e ve anasına daha çok muhtaç etmişti. Çünkü o kadar, bağ bahçe, tarla tapan, koyun keçi ve ev kolay dönmüyordu…

Hikmet, nerdeyse o evin çocuğu gibiydi. Büyüdükçe de serpildi. Sarı saçları hala altın gibi parlamakta, işe güce daldığında alnına düşen saçlarını, başını hızla geri sallayarak, saçlarını geri atar olmuştu. Leyla da artık genç kızdı. Böylesi zamanlar onun da içi 'cız' ediyordu…

Namık işin farkındaydı. Ama yapacağı bir şey yoktu. Karısı; baş ağır, kulak sağır, doğru dürüst yastıktan başını kaldırdığı yoktu. Yoksa yılların dağ gibi geçimi, ve ağalık itibarı bir çırpıda tümden sönerdi. Zaten, küçük ve büyük baş hayvan sayısını iyice azaltmış, sürülen tarlaları ise küçültmüştü. O yüzden, ne Hikmet'e, ne de anasına yol veremezdi. Olan biten kulağına gelse de arada kulağını tıkaması gerektiğini biliyordu…

Her gün Hikmet ve Leyla arasındaki aşk alevlenerek, birkaç yıl böyle geçti. Artık geceleri bile Hikmet, annesiyle birlikte Leyla'ların evinde kalır olmuştu. Koskoca sekiz odalı ahşap konakta, yalnızlığı yakaladıklarında, sabaha kadar, sofada sevişiyorlardı. Hikmet'in fistanın altında dolaşmadığı yer kalmıyor, Leyla ise onu tamamlıyordu…

Arada Hikmet'i kendi evinden kardeşlerinin de çağırdığı oldu. Fakat o gidemedi. Nasıl olsa, kendi evinde kız ve erkek kardeşleri vardı. Geçimlerinin değirmeni de dönüyordu. Belki öyle avuttu kendisini…

Namık, Temmuz ayında madendeydi. Tam da hasat zamanıydı. Karısının, evi barkı zar zor idare ettiğinden, işler onun da gözünde büyümüştü. Gerçi Hikmet'e ve anasına güveniyordu, ama bu iş onları çoktan aşmıştı. Namık, madenden geldiğinde, perişanlığı görmemeliydi. "Bu kadar işin gücün üstesinden büyük bir imece gelir" diyerek, Leyla ve Hikmet'e yapacaklarını tarif edip, sırt sepetini ve Hikmet'in anasını yanına alıp pazara çıktı gitti. Tarif edilen iş de; çiftliğin içinden geçen derenin orman içindeki Gölet'in kapakları açılacak, bahçelere su salınacaktı. Ayrıca imece için, sebze-meyve toplanacaktı. Buna koskocaman bir günleri vardı. İkisi, bu koskoca alanda ilk kez bu kadar yalnız ve özgürdüler…

Öğlenin sıcağı olmadan, evin kapısına mandalı vurup, ikisi de vadinin ortalarına doğru, şakalaşarak güle oynaya yürüdüler. Önce bol bol mürdüm erikleri topladılar. Ama, ne Leyla rahat duruyordu, ne Hikmet. Kolay kolay kimsenin yolunun düşmediği ve düşmeyeceği bilinen, bu bağ bahçe arasında, iş sevişmeye, sevişme işe karışmıştı…

Bu sefer o kadar ilerlediler ki, bedenlerinde tatmadıkları yer bırakmadılar. Sebze meyve toplama işi bitmiş, sepetler sofaya atılmıştı. Evden, üst vadideki Gölet'e doğru yola çıktılar. İyice terlemiştiler. Hikmet, kapakları açmadan, üstünü çıkarır çıkarmaz Gölet'e dalıverdi. Leyla da peşinden atladı. Leyla'nın üstünde pamukludan, gök rengi fistanı vardı. Suya dalıp çıktığında tüm hatları ortaya bir başka çıktı. Göğüs uçları, sanki pamukludan fırlayıvermişti. Hikmet, mavi fistanı ve altındaki pijama benzeri giysiyi yavaşça çıkardı. Leyla utanmıştı. Kollarıyla göğüslerini kapattı. Hikmetin kulağına "Babam görse, burada bizi delik deşik eder" dedi. "Hikmet, konuşmadan acı bir gülümsemeyle yetindi…

Suyun içinde birbirlerinin terini yıkadılar. Sarıldılar. Defalarca seviştiler. Gölet kenarında ağaçların dibindeki çamurumsu toprağa çırılçıplak uzandılar. Bacaklarının bir kısmı suyun içinde kaldı. Biraz daha yukarıya yekindiler. İkisi de çok özgürdü. Her şeyi unutmuşlar, sanki uzun bir gökyüzü yolculuğundaydılar. Bir ara, Hikmet Leyla'yı yeniden kollarının arasına alıverdi. Ne olduysa o anda oldu. Leyla, en kıymet verdiği ıslaklığında, belli belirsiz bir acı duydu. Hiç oralı olmadı. Sonra içine, tanımadığı bir sıcaklık aktı. İkisi de uzun süre dünyayı kaybettiler. Kendilerine geldiklerinde, çamurumsu, serin toprağın üstünde, Leyla'nın kalça, Hikmet'in de dizlerinin izi kalmıştı. Sanki bir suçun resmini örter gibi, ikisi de önce bu şekilleri elleriyle düzelttiler…

Peşinden, bir suskunluk sardı ikisini de. Uzun süre bir şey konuşmadılar. Sürünün dönme vaktinden önce, Leyla'nın ve Hikmet'in anneleri çıkageldi. Çiftliğin alt ucundan geçmiş olmalılar ki, eve gelir gelmez annesi Leyla'ya seslendi.

- Bahçe'nin aşağısı ıslanmamış. Suyu geç mi saldınız Leyla?, diye çıkıştı.

- Islanmıştır Aney. Salmıştık biz, deyiverdi…

* * *

O ay, Leyla aybaşı olmadı. Bunu ilk Hikmet'e açtı. Her nasılsa bu Hikmet'le sınırlı kalmadı. Elin ağzı torba değil ki büzesin. Bu çevreden de yavaş yavaş duyuldu. Hikmet'e; "Şimdi ne yapacaksın?" dediğimde, bana olduğu gibi her şeyi anlattı. Artık Leyla hamileydi. Evlilikten başka da çözümü yoktu…

Köyden bir ihtiyar heyeti toplandı. Leyla'yı Hikmet'e istemeye gittiler. Namık'ın ağzından; "Dünkü yanaşmaya verecek kız yok bende"den başka bir şey çıkmadı. İhtiyar heyeti, kurşun yemişe döndü. "Senin kızın hamile be adam" da diyemediler. Bu eski ağa kalıntısına yapılan ısrarların hiçbiri de beş para etmedi…

O aylarda Hikmet'in askerlik çağrı kağıdı geldi. Hikmet, hikmetlikten çıktı. Sanki Mecnun oldu. Leyla ise günlerce, ormanın dibindeki çiftlik evinden, çıkmadı, çıkamadı…

* * *

Bir sabah bize bir 'oku'luk getirdiler. Şimdiki davetiye yerine geçen bu çörek parçası, bir düğün çağrısıydı. Leyla, uzak köylerin birinde, bir başka ağa kalıntılarından birinin oğlu olan Kara Niyazi'ye veriliyordu. Hikmet ve Leyla ne kadar sarı olarak biliniyorsa, o da o kadar karalığıyla tanınan, yaşı geçkince bir adamdı.

Bir akşam vakti, küçük bir tepeden köyümüzü seyrederken Hikmet; "Düğüne ben de geleceğim" dedi. "Yapma, deli misin sen. Bir punduna getirirler, vururlar seni" dedim. "Vururlarsa, Leyla'nın hamileliği ortaya çıkar. Hiçbir b… yiyemezler" deyip kestirip attı. Ve düğüne geldi de. Hiç konuşmadan saatlerce içti. İçkiden baygın düştüğünde, onu alıp götürdük. Sarımsaklı yoğurtla sabaha kadar zor kendine getirmişler…

* * *

Çok geçmeden Hikmet Ağrı'ya askere gitti. Altı yedi ay oldu olmadı, Kara Niyazi'nin sap sarı bir oğlu olduğunu duyduk. Erken doğmuş, ama anasına çekmiş dediler. Yöredeki herkes bildiğiyle ve bilmediğiyle kaldı…

* * *

İki yıl sonra Hikmet, bahar sonuna doğru döndü askerden. Hikmet eski Hikmet değildi. Canlılığı, neşesi gitmiş, avurtları çökmüştü. Köyde olup biteni de çabuk öğrendi. Namık'ın, baş ağır, kulak sağır karısı ölmüştü. Eski kulağı kesikler çok geçmeden Namık'a bir kadın buldular. Buralara epeyce uzak olan, Hoş dere taraflarından, güzelliği dilere destan, Pakize adlı bir kadın almış dediler. Kadın, Namık'tan en az on yaş gençti. Hikmet, hırsla yere tükürüp, "Eğer ben de bu karıyı Namık'a yar edersem anam avradım o…" dedi…

Almanya'daki abisinin ölümünden sonra hatıra kalan, Kodak marka fotoğraf makinesini gece gündüz yanından eksik etmedi. Geçmişin ve geleceğin fotoğrafını sanki bununla çekiyordu…

Namık'la da hiç çekişmeye girmedi. Hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Aradan geçen iki yılda, yağan yağmur, yürek toprağının çatlaklarını kapatmış gibiydi…

Namık, bir yolunu bulup, bu sefer de işlerini Hikmet'e götürü usulden verdi. Çünkü bu işleri yapacak ondan başka güçlü-kuvvetli adam da eski toprakları ve işi gücü tanıyan da yoktu. Hikmet, reddetmedi. Gece gündüz çalıştı. Hem parasını kazandı. Hem ürünlerden yüzdesini aldı. Cebine de okkalı bir para girmişti. Kasım ayında, Namık madendeyken "Hikmet'le Pakize kaçmış" dediler. İki üç hafta sonra da Hikmet, Pakize'yi davul zurna çala çala ve silah sıka sıka köye getirdi. Çok geçmeden; "Namık felç geçirmiş" haberi geldi. Namık'ı iki hafta içinde de toprağa verdiler…

* * *

Namık'ın erken ölümünü hiç sevmedi Hikmet. "Şerefsiz, ölecek zamanı buldu" dedi. Bahara doğru bir oğlu oldu Pakize'den. Adına Savaş koydu. "Neden Savaş arkadaş?" dedim. "Ben onu savaşta kazandım. Leyla'dan sonra Pakize'yi de çok sevdim. Yol, yordam bilen bir kadın" dedi. Hayatına iki kadın giren Hikmet, ikisini de çok sevmişti. Gitgide avurtları da eski haline gelmişti.

Aradan bir yıl geçmişti ki, Pakize yine hamileydi. Ona bir oğul daha verdi. Bu sefer adına "Barış" dedi. Çünkü şimdi barış zamanıydı....

* * *

Hikmet için artık kalıcı bir ekmek bulma zamanıydı. Askerde öğrendiği şoförlüğü, arada başına bela açıp, askerden geç dönmesine neden olmuşsa da ondan başka sanatı yoktu. Ehliyet sınavlarına girip, bir ağır vasıta ehliyeti aldı. Pakize nasıl olsa ailesinin içinde güvendeydi.

Kendisi de yollara düştü. Çok geçmeden, İzmit taraflarında bir TIR'da işbaşı yaptı. Bir sohbetimizde "memnun musun işinden?" deyince; "Bu iş derdimi dağıtıyor. Bir yerde duramıyorum. Sürekli hareket etmem lazım" demişti. Böylece üç-dört yıl kadar geçmişti ki; "Hikmet Pakize'yi ve iki çocuğu traktöre bindirip göndermiş" diye duydum. Aradan çok geçmeden Hikmet, yine beni aradı. İçini dökmek için aradığını ben anlardım. E-5 kara yolu üzerinde, ırmağa karşı duran bir benzincide buluştuk. Hafif esen yele karşı çayları yudumlarken, söze girip sordum:

"Pakize'yi ve çocukları neden gönderdin?"

"Bak, hiç kimse bilmiyor, ama sana anlatayım"

"Peki, Anlat bakalım. Bu sefer hiç de iyi değil galiba".

"İyi değil" dedi ve devam etti.

"Onu göndermeden önce bir gece yoldan döndüm. TIR'ı gece köye sokamadım. Yollar dar. Köyün girişinde bir yerde bıraktım. Yürüyerek gittim eve. Uzun süre odanın kapısını çaldım. Cevap vermedi. Önce duymadı zannettim. Ama, içerde hareket olduğunu duyuyordum. Odayı açar açmaz boynuma sarıldı. Hemen beni yatağa atmak istedi. Üstümü çıkarmak için kalktım. Baktım, karyolanın altındaki örtü kıpırdadı. Açtım, bir çift ayak! Tuttum ayaklardan çektim. Şok oldum. Ne olur, sen kim olduğunu sorma."

Şaşkınlığından ağzım açık kalmıştı. Ama yine de "Sormadım" dedim.

O devam etti.

"Karyolanın altından çektiğim iti, tepenin arkasındaki Gölet'e götürdüm. Ne yaptığımı bilmiyordum. Önce silahı ona verdim.'Vur beni. Beni vurmalısın' diye haykırdım. Dağ taş inledi. Sustu, hep sustu.... Bari ben vurayım diye, kafasına silahı dayadım. Neden yaptığını sordum. Yine ses yok.! Orada Leyla'yla olan anlar karşıma dikildi. Tüm bunların temelinde o güzel insana ve ondaki çocuğuma olan sevgim yatıyordu. Leyla'nın anıları beni yine bulmuştu… Çok düşündüm. Sırtımı dönüp giderken, bizim şerefsiz 'vurmadan gitme' diye ağlıyordu. Orada bırakıp yürüdüm gittim…"

"Peki, Pakize'den olan çocukların ne günahı vardı?" sorum, gözlerini yuvasından fırlatacaktı; "İşte orada da bir pislik var. O iti vuramadan eve döndüm. Pakize evdeydi. Sigara içiyordu. Neden yaptığını sordum. Ondan da çıt yok. 'Ne olacak bu çocuklar şimdi Pakize? Yazık değil mi?' dediğimde;

"Sen bizi azat et. Çocukların babası zaten sen değilsin! Ben çok hatalıyım!" demez mi? "Bak orada dürüst davrandı işte!"

Şaşkınlığım bir kere daha doruktaydı. Elim ayağım titriyordu. "Şimdi ne olacak?" demeye kalmadı, "İntikam dedik ama, şu senin bize siyaset anlatırken anlattığın bir örnek vardı. Hani, havada atıyorsun, gidiyor, geliyor, geriye dönüp seni buluyor."

"Bumerang" dedim.

"Hah, işte o. İntikam dedik, savurduk, o da bumerang gibi gitti ama geri döndü. Döndü ama bizi buldu ve vurdu…"

"Buralara tekrar dönecek misin?" dedim,

"Hayır. Biliyorsun yollardayım. Beni yollar avutuyor. Molalarda da dededen kalma kavalı ağlatıyorum. Böyle geçip gidiyor günler" dedi…

"Biz çocukluk arkadaşıyız, eskilerden kimse kalmadı. Tekrar ne zaman görüşürüz. Yapma Hikmet?" dedim ayrılırken.

"Bilmiyorum. Kısmet. Sen de yolculukları seviyorsun. Yollarda ağlayan bir kaval sesi duyarsan, bil ki o benimdir." diye öyle bir sarıldı ki, sanki son görüşmemizmiş gibi, bir çırpıda TIR'ın direksiyonuna atlayıverdi. Büyük bir gürültüyle çalıştırıp, ortalığı tozu dumana katarak gözden kayboldu.

Onu bir daha göremedim… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder