Olgu Ülkenciler - 'Zevkli Rezalet' / 4 - 26 ekim 2013; C.A.M Galeri |
Emre Zeytinoğlu, "Olgu Ülkenciler'in Resimleri Üzerine" başlıklı yazısında şunları kaydediyor:
"Milano'daki "Cimitero Monumentale"de yer alan mezar heykelleri, Umberto Eco'ya göre bir cehennem yaratmışlardır. Kentin bu eski ve görkemli mezarlığı, klasizmin en büyük ustalarından biri olan Antonio Canova'ya ait heykellerle süslü olmasına rağmen, ortalığa hoyratça bir hava yayıyordu ki cehennem de işte burada beliriyordu. Aslında Eco, heykellerin "çirkin" ya da ölçüsüz olduğundan hiç söz etmemişti; hatta bazen bunların "güzelliğini" bile vurgulamadan geçmiyordu. Cehennem, demek ki "güzel" ya da "çirkin" diye algılanan şeylerin uzağında bir yerlerde doğmaktaydı ve onu inşa eden şey, bu heykellerin tasarımına gizlenmiş "kötücül" bir güç olmalıydı: Sanki "kötü ruh" gibi...
Eco'yu okumaya devam ettiğimizde, söz konusu "kötü ruh"un nasıl bir şey olabileceği konusunda ipuçları yakalamaya başlarız ve karşımıza önce bir "ıstırap" konusu gelir. Evet, bu heykeller ıstırap abideleridir; yaydıkları o hoyrat havanın kaynağı da büyük olasılıkla budur. Ama şu vardır: Bir mezarlıktan başka hangi duygu beklenebilir ki? Elbette en ezici duygu olarak, ıstırabın derinlerinde gezinmek, belki bir ara merhamet ve bağışlayıcılık duygularının kıyılarında soluklanmak... Sonra yeniden bir ıstırap...
Olgu Ülkenciler - 'Zevkli Rezalet' / 4 - 26 ekim 2013; C.A.M Galeri |
O halde "Cimitero Monumentale"yi cehennem yapan bu mudur; ölüler arasında ıstırabın en derinini hissetmek mi? Ve o halde Canova'nın heykellerinin hoyrat tavrı buna mı bağlanmalı? Belki bu ilk bakışta yeterli bir çözümleme gibi durmaktadır; oysa şunu da düşünmeli: Istırap duygusu niçin hoyratlık ile birlikte anılsın? Hayır, hoyratlık ıstırabın dışında, başka bir yerde aranmalıdır; ayrıca "kötü ruh"un ıstırap ile ilgili olmadığını da hepimiz biliriz. Yeniden Eco'ya bir göz attığımızda, o bize ilerleyen satırlarda bu sorunun yanıtını apaçık verecektir; şöyle yazar: "Istırap tasarımı, bir mezarlık içinde hiç de yersiz kaçmıyordu. Evet, yersiz kaçmıyordu, ama en azından hoyratça görülebilecek bir şeydi de; burada, bu özel durumda, benimsenecek doğru tutumu, örtülü bir biçimde insana buyurup duruyordu. Çünkü yontu, bir kimsenin mezarının nasıl ziyaret edilmesi gerektiğini söylüyordu; böylece kişisel davranışımızın ve duygularımızın bireysel anlatımına yer bırakmıyordu."
Hoyratlık dayatmadadır ve o dayatma da cehennemi yaratmıştır. "Güzel" ya da "çirkin"in, sevincin, huzurun ya da ıstırabın, anlaşılır ya da anlaşılmazın, ölçülü ya da ölçüsüzün ve daha bunlar gibi pek çok şeyin dışında kalan bir kaynaktan akmaktadır cehennem: Dayatmanın hoyratlığından; o hoyratlığın ise duygularımızı sınırlamasından... Duygusal bir etki önceden hazırlanır ve klişe bir biçim ile karşımıza getirilir; orada denilen şudur: Senin için gereken duygu, işte bu biçimin ta kendisidir... "Üzüntü", ağlayan bir çocuk portresidir; o anda başka bir şey olamaz. "Coşku", zıplayan ve kahkahalarla dans eden bir kalabalıktır; farklı yerlerde aramanın bir anlamı yoktur. "Kahramanlık"ta bayraklar gururla dalgalandırılır (ya da müzik, marş ritmine sarılır; heykel figürünün bir kolu, kılıcı gökyüzüne doğru uzatır, at şaha kalkmıştır, bakışlar geleceği kavrar). "Özgürlük", kalkan yumrukların bir kompozisyonu olur (o kompozisyona birkaç slogan yazılabilir ve işaretler eklenebilir). "Mutluluk", sevgiyle birbirlerine bakan iki insandır (kimi zaman da pastoral senfoni eşliğinde kırlarda koşan bir gencin, geniş açılı görüntüsü... Bu bir aşığı düşündürecekse, bir köşeye bir "kalp" yerleştirmek yeterli olacaktır). Ve her duygunun bir klişesi bulunur; söz konusu klişeler, küçük farklarla belleklere o kadar iyi yerleşmiştir ki "o duygu" tam olarak karşımızdaki biçimdir. Böylece cehennem, duygularımızın sonsuz derinliğini sıkıca bağlar ve tüm kıpırtıları yok ederek onu sığlaştırır; tam tersi de söylenebilir: Duygularımızın sıkıca bağlanması, cehennemin tanımıdır.
Tuhaftır ki cehennemin verdiği bir zevk vardır. Çünkü art arda sıralanan bu farklı duygu klişeleri, kişiyi yüzeysel duygular arasında hızla dolaştırabilir. Derinlik yok olmuştur, ama onun yerini çeşitlilik almıştır (hem de "bol çeşitlilik"). Üstelik bu klişelerden her biri de duygularımızı bizim yerimize kolayca tanımlayan olanaklar sunarlar: Deniz ve rüzgâr, olamayacakları kadar birbirlerine yaklaşmışlardır; deniz en büyük dalgalarını küçük bir yelkenliye doğru savurmakta ve neredeyse ölümün nefesini yüzümüze üflemektedir, rüzgâr ise mavi gökte en belirgin izlerini ortaya koymaktadır. Salonlar, tanıdığımız eşyalarla doldurulmuştur ki onlar bize ya zenginliği ya da fakirliği tattırır. Kötü insanlar kesinlikle nefret edilecek kadar kötü, iyi insanlar kesinlikle sevdayla bağlanılacak kadar iyidir; bunların karakterlerinin değişebilmesi mümkün gözükmemektedir. Doğa hiç zedelenmemiştir; kırlar huzuru yükseltecek ölçüde yemyeşildir ve ormanların bir gizeme sahip olmak adına büyülü bir atmosferden başka seçeneği yoktur. Fakat tüm bunların içine biraz daha ruhsallık katmak gerekebilir; onu da karşınızda duran yapıt kolaylıkla halledecektir: Ufuk iyice puslu bir manzara oluşturur, yağmur yağar ya da bir gökkuşağı belirir; bir yaprağın ucundan damlayan su, küçük bir kır hayvanının üzerine düşer vb.
Önemli olan şiirsel bir havanın yansıtılmasıdır; her tür şiirsel malzeme yan yana dizilmiş ve izleyicinin fazla bir çaba göstermesine gerek kalmaksızın, ona anlam derinliği olmayan, onun hayal gücünü harekete geçirmeyen, hazır bir "şiirsellik kalıbı" sunmuştur. Derin bir ruhsallık için zamanı ya da isteği olmayanların şiiri, bu yolla icat edilmiştir işte: Hazır bulunmuş bir şiirselliği seyretmenin her zaman ayrı zevki vardır. Aslında beğenmemeniz gerektiğini düşündüğünüz, ama beğenmekten de kendinizi alamadığınız bir durumdur bu... Bayağı ve sıradan olanın zevk veren şiiri: Kitsch... Tam tabiriyle, bir "şiir dayatması" ya da sanatın "kötü ruhu"... Hermann Boch'vari bir söyleyişle: Sanatta bir kötülük öğesi...
Kitsch, estetik kuramcıların ortak fikri olarak, sanatın yerini tutan, ama sanat olmayan bir şeydir; izleyicinin yalnızca bir takım semboller ile yetindiği ve onların işaret ettiği "tek yön"den başka bir yol izleyemediği, kendi edimsel gücünü hiç kullanmaksızın bir zevk duygusu tattığı, süslü bir "doğrudan etki" aracı...
Şimdi bu yukarıda yazılanlar çerçevesinde Olgu Ülkenciler'in "Zevkli Rezalet" adlı sergisine baktığımızda, neredeyse Kitsch'in en kısa yoldan yapılmış bir tanımı ile karşılaşıyoruz. Burada sanatçı, Kitsch'i şimdiye kadar bir "kötülük", bir "eksiklik", bir "bayağılık" ve bir "sahte şiir" olarak tanımlayan birçok kuramcıyla fikir birliği etmişçesine, "rezalet" sözcüğünü kullanıyor. Ne var ki bu sözcüğün hemen başına da "zevkli" sözcüğünü eklemekten kaçınmıyor ve bu ek, elbette büyük ölçüde, sanatçının bize anımsatmaya çalıştığı bir duruma gönderme yapıyor: Kitlenin genel eğilimleri içinden, sanata bakmak... Bir şikâyet ya da bir uzak durma çabasından çok, ironik bir yaklaşım... Bir olasılıkla, kendisinin de içinde bulunduğu bir cehennemin; yani düzleşmiş algılar içinde hâlâ "şiir"den söz edilen (ama bu söz edilenin asla "şiir" olmadığı; dayatılmış duygulardan başka bir şey de olmadığı) ortamın tam bir ironisidir "zevk"ten konu açmak. Üstelik sanatçının, bu sergideki resimlerinde sürekli olarak kitsch'e ait ya da en azından kitsch'i ima eden biçimler kullanmış olması, bu ortamın kendisi için de "zevk alınabilecek" karakterde olduğunu gösteriyor ki bu durum, ironiyi bir kat daha yükseltiyor.
Ancak kitsch konusu, kolaylıkla dışlanacak ve hemen bir yana atılacak bir konu değildir. Hiç kimse kitsch için söylenmiş ya da yazılmış onca olumsuz tümceye rağmen, bunun sanatsal kategoriler dışında kaldığını iddia edemez; zaten böyle bir tümceye rastlayabilmek de olanaksızdır. Kitsch estetik bir yapıta monte edilebilen bir parça olarak da görülebilir; açıkçası (yine Boch'un ağızı ile konuşursak), "o, sanatın oğludur". Sanat yapıtının girift anlamlarının, çözümü zor ve karmaşık haz yöntemlerinin arasına sıkıştırılan ve izleyicide ani etkilerin yaratılmasında kullanılan bir "araç"tır. Böyle olunca, Olgu Ülkenciler'in resimlerinde yer verdiği kitsch'e ait biçimleri de yadırgamamak gerekir.
Oysa sanatçının yaptığı iş, gene de daha farklı bir yerde durur. O, ani etki yaratma yöntemine başvurmaktan çok, kitsch ile ilgili verileri yeniden bir kompozisyonun içinde "asli öğe" halinde kullanıyor; daha açık bir söyleyişle, tümüyle kitsch'in biçimlerinden estetik dizgeler oluşturarak, onları yeniden girift ve izleyicinin farklı okuyabileceği anlamlara dönüştürüyor. Bu yolla Olgu Ülkenciler'in bu sergisi, estetik bir temel üzerine yerleştirilen kitsch parçaların, yeni bir bütünlükte denenmesi gibi duruyor.
Sonuçta belki bu yazının başında verilen örneğe geri dönülerek, şöyle bir yorum yapılabilir: Cimitero Monumentale'deki heykellerin biçimlerini hiç değiştirmeksizin, onların yerleri üzerinde basit oynamalarla köklü bir düzenlemeye gidilerek, acaba mezarlık ziyaretçilerine yüklenmiş hoyratça dayatma nasıl yok edilebilir? Ya da sergi izleyicisi bu kitsch biçimlere bakarken, acaba kendi duygularını keşfetme sürecinde, bu yeni düzenleme ile hangi olanakları yakalayabilir? Kısacası, kitsch'i kullanarak, cehennemden (ve "kötü ruh"tan) kurtuluşun kompozisyonları nasıl gerçekleştirilebilir?
Böyle bir deneme, sonuçları ne olursa olsun, ilginç bir düşüncenin ürünüdür doğrusu."
"Das Fenomen" sergi kataloğu yazısını kaleme alan Fırat Arapoğlu, "Vive La Commune!" başlıklı yazısında da sanatçı hakkında şunları kaydetmişti:
"1871 Paris'inde devrimci işçilerin sloganı olan "Yaşasın Komün!", 18 Mart - 28 Mayıs 1871 tarihleri arasında işçi sınıfının ilk iktidarının, ilk proletarya hâkimiyetinin sembol ünlemi olarak tarihe geçmişti. Paris Komününün önemli miraslarından bir diğeri de Enternasyonal Marşı'ydı ve "bu en son kavganın", "dünyayı temelden değiştirme" arzusunun müzik yapısındaki biçimleri, aşama aşama konstrüktivist öğelerin kullanıldığı bir mecraya dönecek, ortodoks Marksizmin totaliter sisteminin yasaklamalarına kadar özgür, işlevsel ve halkın yanında bir konumlanmada hareket edecekti.
Bu girişi kaleme almamın nedeni, Olgu Ülkenciler'in "Das Fenomen" başlıklı son serisindeki çalışmalarda gözlemlenen göstergelerden aldığım ilk izlenimlerim. Her şeyden önce, çalışmalarda sol sembolist ve konstrüktivist göndermelerin okunabildiği bir gerçeklik yer alıyor ve bu, tatlısu solcularının, reformistlerin ve Marksist gurmelerin iddia ettiğinin aksine, toplumda sınıfların varlığını gösteren öğeleri de içermekte. Emekçi sınıfın ellerini ya da gençliği, orduyu, işçileri, çiftçileri ve entelektüelleri sembolize eden kızıl yıldızların hemen hemen tüm çalışmalarda varolması, bizleri proletaryanın bugünkü durumu üzerine dikkatle eğilmeye sevk ediyor. Ülkenciler, herhangi bir sınıf kavramının artık geçerli olmadığını iddia eden yeni orta sınıf akademisyenlerin ve entelektüellerin aksine, sınıf mücadelesinin sona ermediğini, sadece olguların değiştiğini ve mücadele biçiminin buna göre değişmesi gerektiğini gösterebiliyor.
İmgelerde rahatlıkla sezilebilen şişman bürokrasi ve burjuvazinin temsillerinin yanında, öğrencilerin ve işçilerin sol yumrukları, Enternasyonal Marşı'nın hep bir ağızdan söylendiğini ve her bir işçinin kendi dilinde bu marşı söylediğini akıllara getiriyor. Ellerinde tuttukları yıldırımlarla hepsi birer modern zaman Zeus'u olmuşlardır ve artık onların ellerindedir dünyayı yeniden yaratmak. Olgu Ülkenciler, böylece, apolitik ve kinik bir dönemi yaşayan bizlere eşitlikçi, özgürlükçü ve dayanışmacı bir dünyanın halen mümkün olduğunu anımsatıyor. Eğer içinde yaşadığımız coğrafya özgürlüğünü tam anlamıyla kazanacaksa bir gün, bunu yine bu coğrafyanın işçileri, emekçileri, çiftçileri, öğrencileri ve entelektüelleri başarabilecektir. Bunun simgesi de, alnında kızıl yıldız imgesini taşıyabilen ve bundan kim ne derse desin geri adım atmayan yoldaş temsillerinde görülebilir. Burada önemli olan bir nokta daha var ki, sanatçı, var olan durumu gösterirken, üst-söylemsel bir retoriğe girmeden yapılması gerekenleri betimlemektedir. Amaç yaşam standartlarının iyileştirilmesi değil, yaşamın topyekûn değiştirilip iyileştirilmesidir.
Bazı çalışmalarda kızıl yıldızların yüzeylerin üstlerinden alta doğru inişleri, kızıl bir gökyüzünün hayali ile toplumsal katmanların üzerine yağarken, bunu yaratacak güç, bir karikatür estetiği ile verilen kalabalıklardadır. Bir tarafta siyah, diğer tarafta kırmızı sol yumruklar anarko-sendikalist ve liberter komünist hareketlerin sembolizminin ışığında bir mücadeleyi temsil eder ve yer yer bunlara eklemlenen ters ay-yıldız, sürekli bir anarşinin varlığının gerektiği coğrafyaları izleyiciye iletir. Ellerde çekiçler işçinin ve emekçinin kol gücünü, elitist solculara ya da reformistlere rağmen, halkın iktidarına duyulan özlemi gösterir. Dünya bu sıcak söylemle, çalışma gücüyle dönüştürülebilir.
Afiş estetiğinin çeşitli öğelerini de içinde barındıracak bir biçimde karışık teknikle oluşturduğu çalışmalarında birçok malzemeyi bir arada kullanan Ülkenciler, siyah ve kırmızı bir gökyüzünü müjdeliyor. Renk sembolizmine bir çağrı olarak da okunabilir bu. Ya da, kara - kızıl bayrağın altında yürütülecek bir isyana davet. Büyük anlatıların eleştirildiği çağımızda fenomenolojik olarak somut ve algılanabilir sınıf çelişkilerinin hala değişmediğini işaret ediyor sanatçı ve yıllarca önce atılan bir sloganı güncelleştiriyor: Vive la Commune!"Olgu Ülkenciler
1981'de İstanbul'da doğdu. 2004'te Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Plastik Sanatlar Bölümü'nü bitirdi. 2006'da Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisansını tamamladı.
Kişisel Sergileri
2011 "Das Fenomen", C.A.M Galeri, İstanbul.
2009 "Ev Kızı" , Contemporary Art Marketing C.A.M Galeri, İstanbul
2006 "Made In Ülkenciler", Contemporary Art Marketing C.A.M Galeri, İstanbul [KanalKultur]
Olgu Ülkenciler - 'Zevkli Rezalet' / 4 - 26 ekim 2013; C.A.M Galeri, Akaretler, Şair Nedim Cad. No:25A, İstanbul; Tel.: (0212) 245 79 75
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder