Bu Blogda Ara

23 Temmuz 2013 Salı

Mahmut R. Gazimihâl: Uzun Hava

Kopuz çalarak saz şâirliği eden ozan, epik şiirler okuyarak konaktan konağa geziye çıkardı; halktan itibar, beylerden yardım görürdü. Ozanın mistik olanına Âşık denildi; onlar da tekkeden tekkeye dolaşır dururlardı; mistik şiirlerini bilhassa kopuz eşliğiyle söylerlerdi. Yunus Emre'nin XIII. asır sonlarında demiş olduğu gibi:

Ölmez  ışk bilişleri  esrik meclis hoşları,
Daim bunların işi çeng-ü şeşta rebabdürür.

***

Yunus imdi  subhânı  vasfeyledi gönülde.
Ayru değül ârifden bu kobuz ile şeşte.

Türlü sosyal sebepler bu iki sınıf saz şâirini zamanla birleştirdi. Kopuzda kirişler yerine tel takılması gibi bazı değişiklikler de o sazın «tel tanbura», «bağlama», «meydan sazı» denilen çeşitlere inkılâp etmesine erkenden yol açtı... Fakat, saz şairliğinin etnik damgalar halindeki Türkmenî, Varsağî, Beyâtî gibi ağızlarının, veya daha bölgelik (régional) olan Urfa Ağızı, Harput Ağızı, Eğin Ağızı gibi ezgi tiplerinin kaybolmasına imkân yoktu: «Usûl» kalıplarına bağlanmıyan işte bu gibi serbest ritimli (veya ritime nöbetleşe itibar gösteren) tarihî ezgi tiplerinin hepsine birden Uzun Hava denir. Böylece, uzun hava, Ozanın en eski ezgi tarzından armağan olarak musiki folklorumuzun özü sayılır; hem de tetkik ve tesbiti en güç olan özüdür.

«Uşşak makamı»nın en eski şekli bu tipin menşeini vücuda getirmiş olduğu kanaatındayım: çünkü, hem Uşşak sözü «âşıklar» demektir, hem de Meragalı Abdülkadir Türklerin bilhassa bu makamda epik ezgiler söylediklerini XV. asrın başlarındaki müşahedelerine göre belirtmiştir.

Açık havada kopuzun sesi sönük kalacağı için Ozan ve Âşıklar meydan toplantılarında davul çalarak şiirlerini okurlardı. Bu görenek de Oğuz boylarıyla erkenden Anadolu’ya geçti. Çağatay Sözlüğü’ndeki tarifler o tarza göredir; «Uzan (veya Ozan); mâni tarzında vezinsiz bir nağme ve terane (yani Uzun Hava)'dır ki, Karahân ve Oğuzhan hikâye ve destanını o ağızla söylerler. — Uzancı: davul ve def çalarak uzan, yani mâni ye şarkı okuyan adam.» Madem ki tarif uzun havayı kastediyor, şu halde tâbirdeki Uzun kelimesinin de bir zamanlar Uzağan (= Ozan?) gibi bir telâffuzda olmuş olacağını — bir tahmin halinde — düşünebiliriz.

Anadolu’nun davullu âşıklarından hâtıralar tarihte mevcuttur: XIII. asır sonlarında Dobrica'daki Sarı Saltuk Baba'dan irşat alıp müridleriyle Anadolu’ya geçen Barak Baba'nın tabılhanesini biliyoruz; konaklaya konaklaya Şam'a kadar gidip orada da davul zurnalarla türkü çağırıp oynamaya başlayınca böyle şeyleri bilmeyen Arap kadın ve çocuklarını ürküttüklerini bir Arap kaynağı anlatıyor. — Bir Avrupalı’nın tespit ettiği en eski müşahede de Doğu Anadolu’ya ve XIV. asrın sonundaki duruma aittir: Timurlenk'e mülâki olmak üzere 1400 yıllarında Anadolu’dan geçen İspanyol elçi Klaviyo, Erzurum yakınındaki Delilerkent (Hasankale'den iki saatlik mesafede şimdiki küçük Deli Baba) köyünde şunları görüp şaşıyor: «Pazar günü Delilerkent'e vardık. Buraya Deliler köyü denilmesinin sebebi, bütün sakinlerinin dünya hayatından el çekmiş müslüman dervişlerinden olmalarıdır. Civar köylüler burayı sık sık ziyarete gelerek dervişlerle görüşürler. Getirilen hastalar dervişlerin nefesinden şifa ararlar. Dervişlere ' Khaşıkh (= Âşık) diyorlar (1). Âşıkların şeyhi çevresinden derin bir saygı görüyor, velî addediliyor. Timur buradan geçerken dervişleri ziyarete gelmiş ve şeyhe konuk olmuş. Civardan dervişlere bol bol adaklar gönderiliyor. Baba, köyün hâkimidir. Âşıkların saç ve sakalları tıraşlıdır; yaz kış sırtlarındaki eski bir aba ile dışarda dolaşıyor, gece gündüz davul çalarak ilâhi ve türküler çağırıyorlar. Evlerinin kapılarında üzeri hilalli kara birer bayrak asılı; bayrağın altında da geyik, koç ve teke boynuzları dizili. Yolda gezerken bu boynuzları üstlerinde taşıyorlar.» Deliler köyünde babadan kalma ocaklı âşıkların yakın zamanlara kadar mevcut olduğunu ve köy halkının öteden beri tuhaf halleriyle tanındığını 1929 folklor gezimizde öğrenmiştik. Köyün sekiz parça kayadan yapılma camii ile Ali Baba Türbesi de Delilerden kalmadır. (Fazla bilgi için Bay Abdülkadir İnan'ın «Rapor»una bakınız.)

Saz çalarak uzun hava (Ozan havası?) söylemek göreneği Anadolu ve Rumeli’nin her köşesinde oda musikisi olarak hâlâ devam ettiği halde, davullu tarz bazı bölgelere münhasır kalmıştır. Bay Adnan Saygun diyor ki: «Kars mıntakasında uzun havaların icrasında, — Anadolu’nun gezdiğim yerlerinde hiç rastlamadığım — bir hususiyet vardır. Uzun havalar bu mıntakada davul ve zurnanın refakatiyle teganni olunur. Türküye başlamadan evvel zurna, davulun refakatiyle bir melodi çalar. Bu melodi uzun hava melodisinin hemen aynı gibidir. Melodi nihayete gelince teganni uzun havaya başlar. Teganni esnasında zurna çalmaz. Teganni bitince zurna tekrar melodiyi alır. Fakat ekseriya uzun havayı zurna tekrara başlamadan evvel muayyen ritimli bir motifi ara nağme gibi işittirir. Zurna ve bilhassa meyin teganni esnasında çalması da vâkidir. Davul, recitatif şeklinde okunan kısımlarda hafif bir sesle tremolo yapar... Anadolu’da uzun havaların herhangi bir âletle, bilfarz bağlama refakatiyle icra edildiği malûmdur... Fakat davulun refakata iştirakini ilk defa burada tespit etmiş bulunuyoruz. Kars mıntakasının bu hususiyeti hakikaten alâkayı çekmektedir. Kars mıntakasında uzun hava kalıplarının bir çokları bilinir. Garip, Garip güzellemesi, Çukurova, Türkistanî veya Türkmenî divanı bu cümledendir.» Bay Adnan Saygun, mütemmim tarifler ve nota misalleri verdikten başka, derlediği bu uzun  havaları sonradan meşhur Yunus Emre Oratoryosu’nda da kullanmıştır, (Yine vurma çalgı eşliğiyle olmak üzere); tesir de emsalsiz olmuştur (2).

Eski Selçukî ve İlhanlı tabilhanelerinde koro takımları da bulunduğunu, ve hattâ Osmanlı Mehterhanesi’ndeki çevkâncıların hanendeler olup icabında şarkı söylediklerini kuvvetle tahmin ediyorum. Çünkü, İbni Batuta, gördüğü bazı tabilhanelerde (ezcümle Bağdad'taki İlhanlı tabilhanesinde) hanendelerin de ahenge katıldıklarını yazmıştır.

Güney Anadolu’yu maalesef henüz kendim gezemedimse de, Bay Halil Bedi Yönetken'den şu müşahede notlarını aldım:

«Urfa halayları başka yerlerdekinden ayrıdır. Meselâ bir Urfa halayında ilk ağır kısmında zurna ile beraber halk şairlerinden türküler ve varsagîler söylenir. Meselâ Karacaoğlan okunur. Bu esnada davul tempo tutar. Silâhlar patlar. Zurna türküye başlayınca oyun başlar. Bir oyuncu zurna ile beraber türküyü okur. Sonra meselâ Garipten bir parça okunur. Silâh, davul-zurna sesleri, barut kokuları arasında sıçratma havası söylenir ve süratle oynanır. Üç günden on güne kadar düğün müddetince hep alay çekilir.» Her oyun ritimli olduğu için, ancak aralarda uzun hava fıkraları söylendiği bu ifadeden takribî surette istidlal edilebiliyor.

Bambaşka estetiği bulunan Arap Mavalı gibi uzun irticailer (ki, «maval okumak» Türk zevki için kelâl verici mübalâğanın ifadesi olarak halk dilimizde tutunup kalmıştır) istisna edilecek olursa, uzun hava, Türk hâtırası olarak Rumeli’de de asırlarca tutundu: Romence’deki horo lunga terimi kelimesi kelimesine uzun havanın tercümesi ve devamıdır. Fasıl musikisindeki gazel ve taksim, uzun havanın değişik bir tarzıdır; onun makam bilgisine göre işlenmişidir. Anadolu uzun havasının tarih ve folklor saflığı itiraz kabul etmez bir vakıadır. Taksimde İstanbullu’nun zevki rol oynamıştır. XVII. asırda kendi Türkçe musiki kitabında Türk ve İran san'at musikileri arasındaki bazı farkları da belirtmiş olan Romanyalı Prens Demetrius Kantemiroğlu taksim hakkında diyor ki:

«Taksim-i musikar-ı diyar-ı Pars. — Bilmiş ol ki diyar-ı Pars hanendeleri ve sazendeleri taksim, nağmesini peşrev şeklinde beste eylemişlerdir. Öyle ki, her bir makamın taksimini terkip beterkip şakirdlerine talim verirler. Lâkin ehl-i musikar-ı rum  (= Türkiye) mabeyninde bu makule kalıplı taksim makbul olmayıp, musikinin dairesinden ihraç ederler. Ve, niçin ihraç ederler? Bu delili gösterirler: Meselâ gerek beste, gerek kâr ve nakış, gerek peşrev ve semaî, usule bend olmalariyle musannifin kuvvei ilmini beyan ederler. Taksim nağmesi ise yalnız her bir musikişinas olan kimesnenin kuvvetini izhar eder. Öyle ki fissâa kuvvei ilmile nazik terkip peydah idüp, ve hüsn-ü tertip ile makamları    birbirinden bend ü beste idüp, ve zıddıttabia makamâtı ünsiyet ve muvafıkat tarikına götürüp, nevzuhur gûya mücerred kenduye mahsus bir nağme icat ile vech-i mezkûr üzere... » Görülüyor ki Türk’e has olan irticâl unsuru yine Türk’ün zevkinde hayatiyetini muhafaza edebildiği halde, İran’da o da beste kalıplarına bağlanmıştı. Horâsan (= Gün Doğusu) ülkelerinden batıya gelerek hâlâ yaşamakta bulunan Uzun havalarda «Tür recitatif»’nin kaynağını görmek yanlış olmaz: bu yeniliğin ilk nefis örnekleri de Yunus Emre Oratoryosu’nda şimdiden verilmiş bulunuyor.

(1) Oğuzlar, (A) ile başlayan kelimelerin başına (Kh) fonemini katarak telâffuz ederler.
(2) A. A. Saygun, Rize, Artvin ve Kars havalisi türkü, saz ve oyunları hakkında bazı malûmat - (İstanbul 1937, s. 60-61).


Türk Folklor Araştırmaları 1 (1950) 6: 83-85.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder