Hukukçu bir babanın kızı olan Handan İpekçi 1956 yılında Ankara'da doğar. Babasının görevi nedeniyle Türkiye'nin çeşitli şehirlerini dolaşır ve 1993 yılında, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazanarak Ankara'ya geri döner. Ancak 1996 yılında evlenerek İstanbul'a yerleşir ve okulunu yarım bırakır.
Handan İpekçi, Semire Ruken Öztürk'ün "Sinemanın Dişil Yüzü" adlı kitabından o dönemi şöyle anlatmaktadır;
"Okulu bırakmak gibi bir niyetim yoktu aslında. Dışarıdan sınavlara girip bitiririm diye düşündüm. Fakat biz o dönem de her şeyimizi ertelemiştik, biliyorsunuz 80 öncesi gençlik nasıl bir ortam içerisindeydi. Biz de sol taraftan bakıyorduk ve sol taraf içersindeydik. Bir şekilde Türkiye'nin kurtuluşundan sonraki döneme, özel hayatlarımızda dâhil olmak üzere her şeyi ertelemiştik. Evlenip geldim. Fakat benim düşündüğüm gibi olmadığını gördüm. 1980'de askeri darbe oldu. İki buçuk yıl eşimin tutukluluğundan dolayı tutukevi ziyaretleri oldu. Ve ben o tutukevi ziyaretlerinden, eşimin serbest kalışından sonra, kendimle yüz yüze geldiğimde, baştan hiç düşünmediğim bir konuma buldum kendimi. Her ne kadar bir kadın örgütlenmesi içinde olsanız da, politik mücadeleye bulaşsanız da, benim geldiğim nokta tipik bir ev kadını modeliydi. Çocuk bakıyordum, yemek pişiriyordum, çamaşır yıkıyordum…"[1]
1980 öncesinde çeşitli kadın derneklerinde çalışan ve politik mücadele içinde yer alan İpekçi, 12 Eylül darbesini takip eden süreç içinde bir iç hesaplaşma yaşar. Darbenin yarattığı yıkım ve yaşanan hayal kırıklıkları sonucunda bir karar alır. Aldığı kararla birlikte Ankara'ya ve çıkan af sonucunda da okuluna geri döner. Okula başlarken sinema yapmayı hedeflemediğinden TRT'de "Hanımlar Sizin İçin" programında asistanlıkla işe başlar. Uzunca bir zaman TRT'nin çeşitli dizilerinde asistanlık yaptıktan sonra ilk yönetmenlik denemesini 1993 yılında, senaryosunu şair Yaşar Miraç'ın yazdığı "Kemençenin Türküsü" adlı belgeselle gerçekleştirir.[2]
Yönetmenliğe böylece giriş yapmış olan Handan İpekçi, yine aynı yıllarda ilk uzun metrajlı film projesi olan "Babam Askerde" için yapımcı aramaya başlar. Bu süreç İpekçi için oldukça zorlu olacaktır.
1994 yılında Babam Asker'de filmi için yapımcı aramaya başladığında birçok kişi ile görüşür ancak hem sinemadaki deneyimsizliği hem de filmin hikâyesinin 12 Eylül dönemini anlatan politik bir söyleme sahip olması destek bulmasını engeller. Devreye ailesi özellikle de babası girer. Onlardan aldığı yardım ve Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle filmin çekimlerine başlar ancak filmin bütçesi çekimlerin devamına yetmeyince projesi yarım kalır. Aradığı desteği, Cumhuriyet gazetesinde sanata katkı yapmakla ilgili bir panelin ilanını gördüğünde bulur. Bu ilan sonucunda ulaştığı bir iş adamının verdiği kişisel borçla filmini tamamlar.[3] Ancak film gösterime giremez çünkü çok borçlanmıştır. Bütün borçlarını ödemesi üç yılını alır. İpekçi, filminin gösterime girebilmesi için ciddi uğraşlar verir. Dağıtım şirketlerinin, dağıtımı üstlenmemesi üzerine filminin dağıtımını da kendisi yapar. Bütün bu çabaların sonucu film on bin izleyiciye ulaşır. Bütün bu süreci tek başına üstelenen İpekçi için bu oldukça önemli bir başarıdır.[4]
İlk filminin ardından 1998 yılından beri üzerinde uğraştığını söylediği ikinci film projesi olan "Büyük Aşk Küçük Adam" ile ilgili çalışmalara başlar. Hikâye aklına 1998 yılında, Cumhuriyet'in 75. yıl kutlamaları sırasında düşer. İpekçi o dönemi şöyle anlatmaktadır;
"Türkiye Cumhuriyeti bir yandan 75.yılını görkemli bir şekilde kutluyordu, bir yandan da işsizlik, yolsuzluk, susurluk kazasıyla gün yüzüne çıkan polis-mafya-siyasetçi işbirliği ve Kürt sorunu gibi çok büyük sorunlarla boğuşuyordu. 75. yılımızda hali pür melalimizi gösteren bir film çekme fikri bu şartlarda doğdu."[5]
Uzun yıllardır ülke gündemini meşgul eden Kürt meselesine yine bir çocuğun yardımıyla yaklaşan film, gösterime girdiğinde büyük ilgi görür. Ancak 5 ay gibi çok kısa bir süre sonra, Sinema, Video ve Müzik Eserleri Denetleme Kurulu tarafından, yurtdışında "Hejar" adıyla gösterime sokulmasından dolayı yasaklanır ve eser işletme belgesi iptal edilir.[6] Durumu trajikomik bulan Handan İpekçi, Kültür Bakanlığı'nın projeyi önce desteklediğini beş ay sonra ise sakıncalı bularak yasakladığını söyler. Danıştay'a açılan yürütmeyi durdurma davasının İpekçi lehine sonuçlanması, filmin de özgürlüğüne kavuşmasını sağlar.[7]
Film katıldığı festivallerde de önemli ödüller alır. 38. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde; En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve Çocuk Oyuncu Özel Ödülü olmak üzere toplam beş dalda, 13. Uluslararası Ankara Film Festivali'nde; En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu[8] olmak iki dalda ödüle layık görülür. Handan İpekçi "Babam Askerde" filmiyle de; 7. Uluslararası Ankara Film Festivali'nde, Umut Veren Yeni Senaryo Yazarı ve Umut Veren Yeni Yönetmen, T.C. Kültür Bakanlığı Başarı Ödülü ve Sinema Yazarları Derneği'nden En İyi Senaryo ödülü[9] alarak ismini duyurmayı başarır.
Yaşadığı bütün zorluklara rağmen tek başına ayakta kalma mücadelesinde başarılı olan yönetmen "Saklı Yüzler" adlı üçüncü uzun metraj film çalışmasını tamamlamak üzeredir.
Ülke gündeminde yer alan meselelere hassasiyetle yaklaşan yönetmen, anlatmak için yola çıktığı hikâyelerde de bu tavrını korumakta ve ortaya koyduğu işlere politik görüşünü de yansıtmaktadır. "Babam Askerde" filmiyle 12 Eylül darbesinin yıkıcı tarafını gündeme getiren Handan İpekçi "Büyük Adam Küçük Aşk" filminde de Kürt meselesine oldukça insanı bir yönden yaklaşarak sanatçı bakışını ortaya koymuştur.
"Babam Askerde"
"Babam Askerde"
Yönetmen: Handan İpekçi
Yapım: Handan İpekçi / Yeni Yapım (Kültür Bakanlığı Katkılarıyla)
Yapım Yılı: 1994
Senaryo: Handan İpekçi
Görüntü Yönetmeni: T. Fırat Şenol
Sanat Yönetmeni: Ayşe Akıllıoğlu
Süre: 94 dk.
"Babam Askerde" filmi, toplumsal açıdan sancılı bir sürecin 'çocuğa' yansımaları üzerinde durmakta ve seçmedikleri bir acıyı yaşayan çocukların bu durumdan nasıl etkilendiklerini anlatmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de film "çocuklar için" yazısıyla başlar.
Film, babası siyasi sebeplerle kaçmayı planlayan Ekin'in oyun sahnesiyle başlar. Eş zamanlı iki yarı sahneden birinde, aralarında endişeli şekilde konuşan bir çiftin diyaloglarına şahit olunur. Erkek kaçması gerektiğini söylemektedir, kadın ise bunu çocuklarına nasıl anlatacaklarını sorar. Erkek "gitti dersin, askere gitti dersin" diye cevaplar. Burada odaya küçük kız girer ve olan biten her şeyden habersizce lunaparka gidip gitmeyeceklerini sorar. Ülkede bir karmaşa hâkimdir, adları siyasi olaylar içinde anılan birçok kişi tehlike altındadır buna rağmen bir çocuğu ilgilendirecek olan tek şey lunaparka gidip gitmemektir…
Birbirine paralel sahnelerde, birbirinden farklı üç aileyi ve onların çocuklarını, çocuklarıyla olan ilişkilerini görürüz. "Orta sınıftan doktor bir aile ve kızları Ekin; alt sınıftan işçi ailesi, Cengiz ve diğer çocukları; üst sınıftan ise zengin, ama kültürel nedenlerle anlaşamayan bir çift ve kızları Pelin anlatılır."[10]
Üst sınıftan zengin kesimi temsil eden aile, kurdukları yeni düzen içinde mutsuzlardır. Karı-koca birbirleriyle anlaşamazlar. Selin sürekli biçimde kocasına değiştiğini söylemekte ve ilgisizliğinden şikâyet etmektedir. Kızları ise çoğunlukla bakıcısının himayesi altındadır. Diğer taraftan Ekin'in ailesi, doktor olan babasının siyasi olaylar içinde olması nedeniyle sürekli tedirginlik yaşamakta ve kaçış planları yapmaktadır. İşçi ailenin küçük çocuğu Cengiz'in babası ise sendika temsilcisidir. Bu üç ailenin de ortak noktası siyasi olaylar içinde bulunmalarıdır. Pelin'in babası geçmişte siyasete karışmış ancak sonradan yön değiştirerek zengin bir iş adamı olmuştur. Ancak yine de geçmişi 'lekeli'dir. Ekin'in babası siyasi bir parti içinde görev almaktadır, Cengiz'in işçi olan babası da sendika temsilcisi olması nedeniyle sakıncalılar arasındadır.
Ekin'in ailesi, çocuğa babasının askere gideceği yalanını söylemektedir. Oysa babası, eylemlere katılan ve yapılan operasyonlarda yakalanan diğer arkadaşlarının akıbetini yaşamamak için kaçış planları yapmaktadır. Arka planda ki televizyondan, gerçekleştirilen operasyonlarla ilgili haberler verilmektedir. Aynı haberi izleyen diğer aile Pelin'in ailesidir. Pelin'in babası şimdi zengin bir iş adamı olsa da siyasi olaylara yakın olduğu geçmişi nedeniyle haberi ilgiyle dinlemektedir. Ancak habere gösterdiği ilginin benzerini karısını göstermez. Kocasının çok değiştiğinden şikâyet eden Selin ailesine ve yaşadığı hayata yabancılaşmıştır; "kim oturuyor bu evde, kim giyiyor bu giysileri, kim" diye isyan eder kocasına.
Cengiz'lerin evinin önünden ise polis eksik olmamaktadır. Çocuk olanı biteni anlamaz ancak dedesi izlendiklerinin farkındadır bu nedenle oğlunun 'sakıncalı' kitaplarını sobada yakmaya başlar. Cengiz "o kitaplar babamın, neden yakıyorsun" diye sorar. Dedesi susmasını söyler çocuğa. Çocuk gözünden olan biteni anlamak elbette çok kolay değildir. Bu sırada gece vardiyasına gitmek üzere dışarı çıkan annesini ve babasını polisler yakalayıp götürürler.
Ekin'lerin kapısı da, babası kaçmak üzere bavulunu hazırladığı sırada çalınır. Evleri aranır hatta uyurken çocuğun odası da… Ekin bu sırada uyanır ve korkuyla babasına sarılır, anlaşılamayan sahnelerden birine şahit olan yine bir çocuktur. Ekin'in babasını da götürürler, arkada soru işaretleriyle bakan iki göz ve babasının ona doğum gününde hediye ettiği bir kuş kalır.
Pelin'in babası da, karısının şikâyeti üzerine götürülenlerden biri olur. Arkada babalarından ayrılmış, ne olduğunu anlamaya çalışan, üzgün üç çocuk kalır. Cengiz sayıklar gibi ısrarla annesinin, babasının öldüğünü söyler.
"Alt sınıftan Cengiz, ailesiyle birlikte bir gece hapiste kaldığı ve gerçeğe tanık olduğu için tepkisizleşir, donuklaşır. Sistemi en iyi tanıyan ve o sistem içinde ana-babası gibi ezilen, en çok yaralanan, örselenen, olaylara tanık olan işçi sınıfının çocuğudur. İşçi sınıfından farklı olarak orta ve üst sınıftan anneler çocuklarına masal anlatırlar."[11]
En isyankâr çocukta zaten Pelin'dir. Cengiz'in mahzun isyanına rağmen Pelin her şeyi reddeden, asi bir kız çocuğuna dönüşür. Masallarla uyutulsalar da Cengiz gibi Pelin ve Ekin'de içten içe gerçeğin farkındadırlar. Çocuklar farklı şekillerde de olsa düşlerinde babalarını görürler. Cengiz gerçeğin içinden geldiği için anne ve babasını işkence çekerken görür. Ekin annesinin yarattığı 'korunaklı' dünya nedeniyle babasını lunaparkta asker olarak görür ve babasına bir türlü ulaşmaz. Pelin ise kendini, belki de suçladığı ve onun için yanında olmak istemediği annesinden uzaklaşıp babasıyla birlikteyken görür. Böylece farklı sınıflardan gelen çocukların ve ailelerin kimliğinde yaşanan hayatların eleştirisi de yapılmış olur.
Aileler korumaya çalışsa da çocuklar bu süreçten etkilenmişlerdir. Sonuçta kimi gerçeği bilerek kimi de sadece tahmin ederek babaların olduğu yere, hapishaneye giderler. 12 Eylül darbesinin getirdiği izleri taşıyacak bu üç çocuğun hikâyesi de aileleri kadar sancılık olacaktır…
12 Eylül 1980 Darbesi ve Toplumsal Yansımaları
1980 yılının Temmuz ve Ağustos ayları şiddet olaylarının doruğa çıktığı aylar oldu. 1980 yılında, ülke, hızlı bir iç savaşa doğru yol alıyordu. Hem terör olayları hem de ekonomik ve siyasal iktidarsızlık, ordu içinde de hoşnutsuzlukla karşılanıyordu. Ordunun üst kademesinden olan Kenan Evren'in, Genel Kurmay Başkanı olarak, 27 Aralık 1979'da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gönderdiği mektupta bunun bir kanıtı niteliğindeydi. Bu "uyarı" mektubunda; ülkenin durumuna dikkat çekildikten sonra, siyası partilerin bir an önce, ulusal çıkarları ön plana alarak, anayasanın ilkeleri ve Atatürkçü görüşle bir araya gelerek, anarşi, terör ve bölücülük gibi devlete yönelik hareketlere karşı, ortak önlem alması ve diğer anayasal kuruluşlarında bu yönde yardımcı olması isteniyordu.[12]
1980 Eylül'üne gelindiğinde ise, ülkede kriz tüm hızıyla sürmüş ve birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmişti ama şiddet hız kesmeden devam etti. Toplumun kimi kesimleri ordunun yönetime el koymasını istiyordu. Beklenen 12 Eylül 1980 günü oldu ve Türk Silahlı Kuvvetleri sabahın erken bir saatinde yönetime el koydu. Darbenin hemen akabinde MGK adıyla anılacak olan Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. MGK Başkanı Kenan Evren, darbenin gerekçelerini, aynı gün öğle saatlerinde radyo ve televizyon yayınlanan konuşmasıyla halka duyurdu. Böylece ülkede yeni bir dönem başlamış oldu.[13]
MGK, ekim ayı başında ve daha önceki tarihlerde mahkemelerce verilmiş olup TBMM'nin onayını bekleyen sağ ve sol görüşlü mahkûmların idamlarını onaylamaya başladı. Özellikle yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz hale getirildi. Türkiye (1983 seçimlerinin ertesine kadar süren 12 Eylül dönemi boyunca) binlerce kişinin tutuklanmasına ve yine binlerce kişi sıkıyönetim mahkemelerince çeşitli hapis cezalarına çarptırılmasına sahne oldu[14].
Diğer müdahalelerde olduğu 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler de, ülkeyi 12 Eylül öncesine getiren koşulların 1961 Anayasa'sının mahiyetinden ve uygulamalarından kaynaklandığı görüşündeydiler. Bu nedenle de yeni Anayasa ve öteki yasalar, 1961 Anayasası'nın kurduğu mekanizmaları yeniden düzenlemeye yönelik oldu. Öncelikle istenen Cumhurbaşkanlığı yetkilerini arttırmak, daha "merkeziyetçi" bir yapı yaratmak ve siyasal iktidar açısından da "güçlü hükümet" formülünü gerçekleştirmekti. 1982 Anayasası işte bu görüşlerle hazırlandı.[15] Anayasa'nın geçici 1. maddesi, Kenan Evren'i yedi yıl için Cumhurbaşkanı kıldığı gibi, geçici 2. maddesi de Milli Güvenlik Konseyi üyelerini, TBMM toplandıktan sonra altı yıl için Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyelerine dönüştürdü. Bu Konsey'in görevleri arasında TRT denetimi ve gözetimine ilişkin konuları inceleyip görüş bildirmekte yer alıyordu.[16] İşte bu Anayasa ile birlikte 1961 Anayasası'nın hemen tüm yetki ve uygulamaları kısıtlandı. Yeni yasanın genel ilkeleri ışığında, dernekler, sendikalar ve üniversiteler gibi hükümet dışı kuruşlarda hemen hemen tümüyle merkezi otoriteye bağlandı. Basın yasası, sendikalar yasası, siyasal partiler yasası, yükseköğretim yasası gibi yasalar, bahsedilen tüm uygulamalarla günlük yaşamanın tüm alanlarında yaygınlaştırıldı.[17]
12 Eylül 1980 darbesinin, Türkiye'nin siyasi ve daha sonraları da sosyal hayatına girişi ve yansımaları bu şekilde oldu. Gelişmeler birçok yönüyle birçok kimseyi etkileyecekti. Böylece bütün müdahaleler gibi 12 Eylül 1980 darbesi de, hem toplumsal anlamda hem de kişisel hikâyelerimizde, yaşanmış olan zorlu dönemler olarak kaldı.
"Büyük Adam Küçük Aşk"
"Büyük Adam Küçük Aşk"
Yönetmen: Handan İpekçi
Yapım: Türkiye, Macaristan, Yunanistan
Yapım Yılı: 2001
Senaryo: Handan İpekçi
Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman
Sanat Yönetmeni: Natali Yeres, Mustafa Ziya Ülkenciler
Süre: 120 dk.
75 yaşında yargıçlıktan emekli bir cumhuriyet aydını olan Rıfat Bey ile yaşadığı dramı anlamlandıramayacak kadar küçük yaşta ki; dik başlı, isyankâr ve inatçı Kürt kızı Hejar'ın hikâyesini anlatan Büyük Adam Küçük Aşk filmi, Handan İpekçi'nin ikinci uzun metraj filmidir. Büyük Adam Küçük Aşk; son yirmi yılın ve aynı zamanda gündeminde çoğu zaman en trajik ve kimi zamanda oldukça tartışmalı olan bir 'meselesini' duygusal yanından ele almaktadır.
Film, Hejar'ın köyde ki ailesinin ölümü üzerine büyük şehirde sığındığı evin polisin düzenlediği bir operasyon sonucunda basılması ile başlar. Hejar'ın son sığınağı olan bu ev, emekli yargıç olan Rıfat Beyin karşı dairesidir. Hejar ne olup bittiğini ve yaşanan trajedinin ne olduğunu anlayamayacak kadar küçük yaştadır. Sadece yüz yüze geldiği ölümden kaçabilmek için karşı daireye sığınmak ister. Olan biteni kapıdan izleyen Rıfat Bey bir süre tereddüt eder ancak dayanamaz ve Hejar'ı içeri alır. Birbirinde farklı iki insanın bir arada yaşama mücadelesi böyle başlar. Bu tanışmanın ardından, aynı topraklarda yaşamakta güçlük çeken iki farklı kimlik, yalnızlığı bir evin çatısı altında paylaşmaya çalışacaklardır.
Rıfat Bey emekli bir yargıçtır ve cumhuriyetin ilke ve tanımlamalarını sonuna kadar savunan 'beyaz Türk' kimliğini temsil etmektedir. Oğlu yurt dışındadır, karısı da ölmüştür. Bu nedenle uzunca bir süredir yalnız yaşamaktadır. Rıfat Beyin yalnızlığı zaman zaman, evine işlerini görmek için gelen Sakine ve ona içten içe ilgi duyan komşusu Müzeyyen hanım ile bozulmaktadır. Ancak Rıfat Beyin yalnızlığı gerçek anlamda, Hejar'ın evine davetsiz misafir olarak gelmesi ile bozulur.
Atilla Dorsay, Rıfat Bey karakterini şöyle anlatmaktadır;
"Yıllardır belli laik-kemalist değerlere inanmış, Cumhuriyet gazetesi okuyan, bir haksızlık gördüğünde daktilosunun başına geçen emekli yargıç Rıfat Bey, yanındaki Kürt hizmetçisinin evde Kürtçe konuşmasına bile tahammül edemeyen biridir. Kuşku yok ki kendince tutarlı bir kişilik, bir vatansever, bir Anadolu aydını…"[18]
Hejar, Rıfat Bey'in bu 'sınırlı' dünyasına farklı bir kapı açar. Önceleri Rıfat Bey Hejar'a karşı tepkiseldir. Çocuğun, Kürtçe'den başka bir dil bilmemesi onu kızdırmaktadır. Bunca yıldır biriktirdiği doğruları, farklı bir dünyaya seyirci olmaya başlamasıyla değişir. Nezih Coşkun iki farklı kimliğin karşılaşmasını şu şekilde tanımlamaktadır;
"Rıfat Bey içinde bulunduğu ülkenin çok önemli bir sorunuyla yakından temas edecektir. Diğer taraftan, bu toplumsal sorunun bastırılmış olması, aynı zamanda onun – Cumhuriyet aydınının – bakış açısıyla ve hukukçu – aydın kimliğiyle çelişkide olması anlamına gelir. Toplumsal sorunlar üstü örtülerek ya da baskıyla çözülemez; aksine baskının oluşturduğu birikim ve gerilim ayrışmayı, toplumsal iletişimsizliği doğurur. Hejar, Rıfat Bey'in dünyasında şimdiye kadar yer almamış bir toplumun / halkın temsilcisidir. Türkiye'de yaşayan herkesin Türk olduğu ve Türkçe'den başka bir dil konuşamayacağına inanan Rıfat Bey'le, Kürtçe'den başka bir dilde tek kelime bilmeyen Hejar arasında bir mücadele başlar."[19]
Hejar, Rıfat Bey'in şimdiye kadar hiç tanımamış olduğu bir kimliktir. Rıfat Bey 75 yaşındadır ama kendine göre kurguladığı hayat belli bazı figürlerden oluşmaktadır. O cumhuriyet kuşağıdır, aynı zamanda mesleği nedeniyle resmidir, kuralcıdır ve bu kurallarından taviz vermez bir görünüm çizmektedir. Hejar ise sınırları içinde doğduğu toprağın resmi dilini bilmeyen, Rıfat Bey için uzak, onun hiç bilmediği ve belki de bilmekle kabullenmek eş değer olabileceği için bilmek istemediği, 'görmek' istemediği topraklarda büyümüş küçük, inatçı ve dik başlı bir Kürt kızıdır. Bu iki farklı kimliğin bir arada yaşama mücadelesi farklı iki kutbu simgeler niteliktedir.
Bu ayrımı daha örtük biçimde taşıyan diğer kişi ise Rıfat Bey'e ev işlerinde yardımcı olan Sakine'dir. Sakine uzun yıllardır Rıfat Bey'in işlerini görmekte, oğluna postayla memleketinden birkaç şey gönderirken olduğu gibi onunla gündelik hayatı paylaşmaktadır. Ancak Rıfat Bey uzun zamandır yanında çalışan yardımcısının gerçek adının Rojbin olduğunu da Hejar'ın eve gelişinden sonra öğrenir. Bu bile Rıfat Bey'in bazı gerçekliklere gözünü kapatmış olduğunu anlatmaktadır. Rıfat Bey, Sakine'ye Hejar'ı tanıttığında kızın kurduğu Kürtçe sözcükleri Sakine'nin anladığını fark eder. Sakine korkarak "adım Rojbin Rıfat amca" der. Rıfat Bey uzunca bir süredir yanında olan bu kadının gerçekte Kürt olduğunu şaşkınlık içerisinde ancak o an fark eder. Ancak Rıfat Bey yine de bu gerçeğe gözlerini kapalı tutmak ister ve "bu evde Kürtçe konuşulmayacak" der.
Ancak Hejar, Sakine kadar 'uysal' değildir. Hejar sadece Kürtçe bilmektedir, sadece Kürtçe konuşulduğunda anlar ve yine derdini sadece Kürtçe anlatabilir. Aynı zamanda Kürtçe konuşmak konusundaki bu doğal ısrarın arkasında inatçı, bildiğini okuyan ve asi bir Kürt kimliği vardır.
Sakine ile Hejar arasında kısa zamanda duygusal bir bağ oluşur. Sakine küçük kızı yıkar, temizler ona Rıfat Bey'in müsaade ettiği ölçüde yardımcı olmaya çalışır. Ancak Rıfat Bey, Sakine gibi değildir. Rıfat Bey çok defa, Hejar'ı polise vermek konusunda gel-gitler yaşar. Ancak vicdanıyla yaşadığı hesaplaşma nedeniyle bunu bir türlü de yapamaz.
Rıfat Bey bir ikilem ile daha yüz yüze gelir;
"…kentli ve aydın kimliğiyle emekli birisi olarak dinlenmeye, giderek hayatın sıcak aktığı yerlerden daha da uzaklaşmayı düşünürken, Hejar'la birlikte tekrar hayatın içine sürüklenme 'tehlikesi' ile karşı karşıya kalır"[20].
Bir tarafta onu bu 'huzur' dolu olması gereken günlerinde beraber yaşamaya çağıran Müzeyyen Hanım vardır, diğer tarafta onun tam karşısında durur gibi gözüken ama git gide daha çok bağlandığı Hejar. Bu küçük kız, Rıfat Bey'i o güne kadar ki yaşanmışlıklarıyla çizdiği dünyasının dışına çıkarmaktadır; Kürtçe konuşur hatta küfreder, Rıfat Bey ise ısrarla ona Türkçe kelimeler öğretmeye çalışır.
Rıfat Bey'in aklına gelen tek çözüm Hejar'ı, Evdo'ya vermektir. Evdo Hejar'ın hayatta kalan akrabalarından biridir, Hejar'a bakamadığı için küçük kızı yakınlarına emanet etmiştir, geri dönmeden öncede kızın cebine telefon numarasını bırakmıştır. Rıfat Bey kendisine yabancı olan bu kızı akrabasına götürmeye karar verir.
"Rıfat Bey ve Hejar, burjuvazinin İstanbul'undan / Levent'ten kent yoksullarının İstanbul'una / İkitelli'ye doğru bir yolculuğa çıkarlar. İkitelli'ye gidiş bir anlamda hakkında az şey bilinen başka bir şehre gitmek gibidir"[21]
Rıfat Bey'in işi gibi yaşadığı yerde belli bir statüyü ifade etmektedir. Hejar, onu kendi dünyasından çıkardığı gibi, farklı ve hiç bilmediği bir dünyaya sokar. Bu yeni dünya Rıfat Bey'i şaşırttığı kadar bazı gerçekliklerin farkına varmasını da sağlar.
"Evdo yoksullara / Kürtlere has büyük bir konukseverlikle onu evine davet eder. Diğerlerine benzer hikâyesini anlatır Rıfat Bey'e. Köyde barınmalarının imkânı kalmamış; onlara dayatılan seçenekler karşısında göç etmek zorunda kalmışlardır. Film boyunca annesine gitmek isteyen Hejar'ın annesi de babası da sağ değildir. Rıfat Bey, dinlediklerinin etkisiyle suskunlaşır; gördükleri ve tanık oldukları onu Hejar'a yakınlaştıracaktır. Karşılaştığı gerçekliği içselleştirir ve bu değişimi kendi yaşamına yansıtır. Geri dönerken yalnız değildir artık."[22]
Evdo ve Hejar gibi birçok kişi yerlerini yurtlarını bırakmak durumunda kalmışlardır. Güneydoğu'da yaşanan şiddet, ölümle burun buruna gelen bu insanları, yoksullukları ile yaşayacakları bu şehre sürüklemiştir. Pek çoğunun yakını ölmüştür, sağ kalanlar ise yeni geldikleri bu büyük şehirde, memleketlerinde ölümle mücadele ettikleri gibi yoksullukla mücadele etmek zorundadırlar.
Rıfat Bey duygusal olarak da bağlanmaya başladığı bu küçük Kürt kızını yeni yeni görmeye başladığı yoksul dünyanın içinde bırakamaz. Rıfat Bey'in yaşadığı bu yeni deneyimden sonra Hejar'a karşı olan tavrı daha yumuşar ve onu anlamaya çalışır. Rıfat Bey bundan sonra Hejar'la, hem de onun dilinde anlaşmaya istekli bir tavır içine girer. Bu konuda ona yardımcı olabilecek olan kişi ise Sakine / Rojbin olur. Hejar'ın ağladığı bir gece, Rıfat Bey onu anlayabilmek ve teselli edebilmek için Sakine'yi arar ve ona bazı kelimelerin Kürtçe karşılığını sorar. Rıfat Bey böylece kendi 'emin' dünyasından çıkıp onu başka gerçeklerle tanıştıran Hejar'ın yanında yerini alır, hem de kendi isteğiyle.
Bu yönüyle film başta iki ayrı kutbu simgeleyen iki ayrı kimliğin aynı noktada birleşmesini ve aynı çatı altında yaşabildiğini gösterir. Her ikisi de (Hejar'da daha sonra Türkçe kelimeler öğrenmeye başlar) ortak bir noktada buluşmuş ve birbirlerine yakınlaşmışlardır. Rıfat Bey'in filmin başında sergilediği kuralcı sert tutumu yerini, karşısındakinin hüznünü ve koşullarını anlayabildiği daha yumuşak bir tutuma bırakır. Aynı zamanda Hejar'ın da yaşadıkları sonunda hissettiği güvensiz tavrı değişir ve Rıfat Bey'e yakınlık hissetmeye, ona karşı güven beslemeye başlar. Ancak filmin sonunda Evdo Hejar'ı görmeye gelir. Hejar, Evdo ile birlikte geri dönmeyi tercih eder; çünkü Evdo'nun onu kaybettiği ailesine götüreceğini ummaktadır.
Rıfat Bey Hejar ile birlikte hayatındaki birçok şeyi değiştirmiştir ve daha da önemlisi küçük kızı sevmiştir o yüzden gitmesini istemez ancak yine de ona engel olmaz. Hejar filmin sonunda kendi kimliğini, kendi dilini tercih etmiştir, hem de tüm yoksulluğa rağmen. Ancak Hejar arkasında değişmiş bir Rıfat Bey bırakarak gider.
Film, Rıfat Bey'in kişiliğinde birçok ezberi bozar ve bu meseleyi duygusal yönüyle ele alarak farklı kimliklerin bir araya gelebildiği takdirde bir karşılıklı anlayış ortamının doğabileceğini gösterir. Yine Rıfat Bey kimliği ile bilinen ve kabul gören söylem sorgulanır.
Bu durumu Nezih Coşkun şu şekilde ifade etmektedir;
"Rıfat Bey, daha filmin başında geçmişiyle birlikte resmi söylemin sahiplenicisi, bu ideolojiyi kendinde yeniden üreten biri olarak karşımızdadır. Rıfat Bey, Cumhuriyet okuru olmasıyla, baskın sırasında polisin tavrından duyduğu rahatsızlığı 'Polis Devleti mi Hukuk Devletimi' başlıklı bir yazıya konu etmesiyle, okuduğu Devlet ve Demokrasi kitabıyla tipik bir CHP'li aydın profili çiziyor. Oysa Hejar'ın varlığı onun sonuna kadar inandığı bir tarihe, CHP'yle yazılmaya başlanmış resmi tarihe olan inancının yıkılmasına da yol açacaktır."[23]
Film Kürt meselesini, İstanbul'da – büyük şehirde – irdeler. Bölgeden gelenlerin yaşadığı yoksulluk, yeni gelinen yerdeki yabancılık ve şehrin en ucunda yaşanan dram aynı zamanda, Kürt meselesine büyük şehir ekseninden bakılmasını sağlar. Bölgede yaşanan şiddetin yansıması aynı zamanda kendini, İstanbul'da da göstermektedir. Ölümden kaçan insanlar bu sefer kendilerini büyük şehrin sefaleti içinde bulurlar. Tipik bir Türk aydını kimliği çizen Rıfat Bey'in yaşadığı nezih semtte İstanbul'un bir köşesidir, yoksulluğun kol gezdiği İkitelli'de İstanbul'un bir semtidir. Kutuplaşma böylece mekânsal olarak ta belirginleşir.
Kürt meselesini tam ortasından ele alan "Büyük Adam Küçük Aşk" filmi bunu, hümanist bir yaklaşımla duyguları da harekete geçirerek yapar. Birbiriyle uzlaşmaz gözüken Rıfat Bey ve Hejar kimlikleri, hem bazı gerçeklerin farkına vararak daha çokta birbirlerine duygusal bir yakınlık hissederek, bir araya gelir. Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutan film, aynı zamanda bu yönüyle muhalif bir tavırda sergilemektedir.
Kürt Kimliği ve Sorunsalı Üzerine…
Etnik tabandan bakıldığında Kürt kimliği için dil / din ve mezhep asli unsurlardır ancak hepsi aynı dinden ve mezhepten değildirler ve aynı dili konuşmazlar. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu Şafi mezhebine bağlı Sünni Müslümanlardır, fakat diğer dinlerden / mezheplerden çok sayıda Kürt de vardır. Nasıl dil Kürtlerin etnik birliğinin gerçek bir temeli sayılmazsa aynı şekilde din de birleştirici bir faktör değildir.[24] Kürtlerin temelde iki ana lehçesi vardır. Bunlardan biri Kurmanci bir diğeri ise Sorani'dir. Türkiye'deki Kürtler çoğunlukla Kurmanci lehçesiyle konuşurlar. Lehçeler arasındaki farklılıklar anlamayı güçleştirmektedir.[25]
Kürt kimliği etnik perspektiften bakıldığından bahsi geçen özelliklere sahiptir. Çok etnili toplumların yaşadığı karmaşaların benzerlerinden biri de Kürt kimliğinde yaşanmaktadır. Bu sorunsal, 1980'lerden başlamak kaydıyla, bugünde dâhil olmak üzere gündemi her dönemde önemli ölçüde meşgul etmiştir.
"Türkiye'de çeşitli yaklaşımlara göre 10 ile 15 milyon arasında Kürt yaşamaktadır. Kuşkusuz yüzyıllar boyu bir arada yaşamış olan Kürtler ve Türkler büyük ölçüde birbirine karışmış durumdadır. Aralarında birkaç milyon evlilik olduğu söylenmektedir. Ayrıca, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, İskenderun gibi büyük kentlerle, Batı ve Güney'deki daha küçük kent ve kasabalarda yaşayan Kürtlerin sayısı, Güneydoğu Anadolu'da, Olağanüstü Hal Bölgesi'ndeki illerde yaşayan Kürtlerden daha fazladır… Dünya yüzünde şu günlerde 2 yüz kadar ulus devlet, ama yaklaşık 3 bin kadar da irili ufaklı etnik grup yaşamaktadır. Dolayısıyla sorun yalnızca Türkiye'ye özgü bir sorun değildir… Dünyanın çeşitli yerlerinde, benzer patlamalar yaşanmakta ve hemen hemen bütün siyasi yöntemler, bu soruna çözüm yolları aramaktadırlar. Çeşitli çözüm önerileri enine boyuna irdelenmektedir. Konu bütün dünyada yoğun olarak tartışılmaktadır."[26]
Etnik kimlik kavramı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de oldukça tartışmalı bir konudur. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki bazı etnik kimlikler diğerlerine göre daha fazla konuşulmuş ve kendinden uzun yıllar boyunca daha sık söz ettirmiştir. Bunlardan biride Kürt kimliğidir. Özellikle, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında hız kazanan Kürt meselesi, yaşanan şiddet olayları nedeniyle kimlik tanımlamalarında problemler yaşanmasına neden olmuştur. "Kürt sözcüğü ilk defa, resmen Türkiye'nin 8'nci Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından telaffuz edilmiş. Kürtçe konuşma yasağı da yine Özal'ın girişimi ile aynı tarihlerde kaldırılmıştır."[27] Kürt kimliği, politik ve sosyolojik bazı olguların ışığı altında diğer birçok kimliğe göre çok daha tartışmalı bir kimlik olmuştur. Çoğu zaman bu kimliğe dair hikâyeler hem edebiyatta hem sinemada yer almış ancak 'problemli' bir konu olmaktan da kurtulamamıştır.
Kürt kimliğinin tarihsel süreç içersindeki konumlanışını, özellikle 1980 darbesi sonrasında 'sorunlu' bir kimlik olarak algılanmasını ve bunun gerekçelerini Murat Belge şu şekilde açıklamaktadır;
"Kozmopolit bir imparatorluğun yıkıntılarından doğan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ve liderlerinin etnik çekişmelere karşı bir hassasiyet gösterdikleri doğrudur. Etnik direnci kırmak ve ayrılıkçı hareketleri bastırmak için her tür olağanüstü önlemi almaya hazırdılar. Buna karşın, farklı kökenlerden gelen insanlar kendi etnik kimliklerini vurgulamadığı sürece, onlara yönelik gerçek bir ayrımcılığa gidilmedi. Aksine, devlet tarafından sıcak bir kabul gördüler ve desteklendiler. Türk siyasal yetkililerinin Kürtler'e yönelik bir ayrımcılığın bulunmadığına ve devlet içindeki her tür yüksek konuma ya da herhangi bir başka noktaya yükselebildiklerine ilişkin savunmacı tezin arkasındaki gerçek budur. Söz konusu tez Kürtler'e azınlık statüsü verme gerekliliğinin reddi için de kullanılmaktadır."[28]
Ancak 1960 askeri müdahalesi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası, Kürt kimliğini farklılaştırmış ve politik düzlemde farklı konumlanışlara sebebiyet vermiştir.
Murat Belge konuya şu şekilde devam etmektedir;
"Bu Anayasa'nın getirdiği göreli özgürlük ortamında yasal bir sosyalist parti kuruldu ve özellikle meclise 15 milletvekili sokmayı başardığı 1965 seçimlerinden sonra önemli bir rol oynamaya başladı. Genç ve radikal Kürt liderleri, büyük partilerdeki muhafazakâr Kürtler'den farklı olarak, bu partinin önemli bir bileşenini oluşturdu. Bu noktadan itibaren sosyalizm Kürtler'in tanınma ve hak taleplerinin dile getirildiği önemli bir kanal haline gelecekti. Bu arada, bazı milliyetçi Kürtler, Irak'taki aynı adı taşıyan partinin bir uzantısı olan yasadışı Kürdistan Demokratik Partisi'ni tercih etti…1975 ile 1980 arasındaki dönem siyasal bir radikalleşmeye tanık oldu. Marksist sol aşırı derecede bölünmüş olmasına karşın, oldukça aktif ve militandı. Sola karşı güçlü bir aşırı sağ tepki oluştu ve bu tepki MHP tarafından örgütlendi. Bu iki kesim arasından adı konmamış iç savaş döneme damgasını vurdu. Söz konusu dönemde Kürtler Türk devrimci hareketlerine katılmak konusunda giderek daha fazla isteksizlik gösterdi ve kendi örgütlerini kurmayı tercih ettiler. Marksist solun uluslar arası düzeydeki bölünmüşlüğü Kürt soluna da yansıdı… PKK da aynı dönemde doğdu… 1980 askeri müdahalesi gerçekleştirildiğinde genel durum kabaca buydu."[29]
1980 askeri darbesinin meydana getirdiği ortam, dolaylıda olsa, bu yeni oluşumun daha da sertleşerek büyümesine sebebiyet verdi.
"Tüm yasal ve yarı-yasal Kürt muhalefeti sertlikle bastırıldı. PKK'nın hayatta kalma şansı ise, yer altı etkinliklerine ve silahlı mücadeleye en hazırlıklı grup olduğundan daha yüksekti. PKK açısından daha önemli ve yararlı olan, bölge halkı üzerindeki yoğun baskıydı. Bu baskının amacı halkın ayrılıkçı hareketleri desteklemesinin önüne geçmekti, ama sonuçları tümüyle farklı oldu… Böylesi bir baskının öncelikle Türk yetkililerine, ama süreç içinde kaçınılmaz olarak tüm Türklere yönelik nefret ve intikam tohumları ektiği kesindi. Çok sayıda Kürt, bu ülkede kendileri için barışın ve dolayısıyla da geleceğin olmadığını düşünmeye başladı. Devletle silahlı mücadele içindeki tek Kürt örgütü olarak PKK'nın propagandası karşılık bulmaya başladı. Gruba yerel düzeydeki katılımlar artarken, örgüt ile halk arasındaki akrabalık bağları yaygınlaştı ve bu da destek halkalarını genişletti."[30]
Belki de politik kulvarda en çok konuşulan etnik kimlik böylece Kürt kimliği oldu. 1980'li yıllarda başlayan bu oluşum günümüze kadar hızını azaltıp çoğaltmak kaydıyla adından sıkça söz ettirdi.
Kaynakça
Belge, Murat: Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? 1. Basım. İstanbul: Birikim Yayınları, 1996.
Bruinessen, Martin Van: Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri. 1. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Cankaya, Özden: Bir Kitle İletişim Kurumunun Tarihi: TRT. 1. Basım: İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2003.
Erdal, Pelin: Türk Sinemasında Etnik Kimlikler (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi). T.C. Marmara Üniversitesi İletişim Bilimleri Ana Bilim Dalı, 2008.
Dorsay, Atilla: Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları. 1. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2004.
Gürsel, Seyfettin ve Diğerleri (hzl.). Türkiye'nin Kürt Sorunu. 1. Basım. İstanbul: Tüses. Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı. 1996.
Kejaoluğlu, D. Beybin: Türkiye'de Medyanın Dönüşümü. 1. Basım, İstanbul: İmge Kitabevi, 2004.
Kongar, Emre: 21. Yüzyılda Türkiye. 13.basım, İstanbul: Remzi Kitabevi,1998.
Nezih Coşkun: "Türk Sinemasına Gerçekçi Bir Bakış". Yeni İnsan Yeni Sinema. Sayı:10. İstanbul, 2002.
Onaran, Alim Şerif: Vardar, Bülent. 20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması. 1. Basım. İstanbul: Beta Yayınları, 2005.
Öztürk, Semire Ruken. Sinemanın "Dişil" Yüzü. 1. Basım. İstanbul: Om Yayınları, 2004.
Pösteki, Nigar: 1990 Sonrası Türk Sineması. 1. Basım. İstanbul: Es Yayınları, 2004.
Handan İpekçi. http:// www. kameraarkasi. org /yonetmenler /h / handanipekci. html, (Erişim Tar. 23.12.08).
Sinemada yalnız bir kadın: Handan İpekçi, Sine-Porte, NTV-MSNBC / Kültür Sanat, http:// www. ntvmsnbc. com /news /149108. asp (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2008)
12 Eylül 1980, http:// tr. wikipedia. org /wiki / 12_Eyl %C3 % BCl_Darbesi
Notlar
[1] Semire Ruken Öztürk, Sinemanın "Dişil" Yüzü, 1. Basım, İstanbul: Om Yayınları, 2004, s.296
[2] Handan İpekçi, http:// www. kameraarkasi. org /yonetmenler /h / handanipekci. html, (Erişim Tar. 23.12.08).
[3] Öztürk, s.298
[4] Sinemada yalnız bir kadın: Handan İpekçi, Sine-Porte, NTV-MSNBC / Kültür Sanat, http:// www. ntvmsnbc. com /news /149108. asp (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2008)
[5] Pelin Erdal, Türk Sinemasında Etnik Kimlikler, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), T.C. Marmara Üniversitesi İletişim Bilimleri Ana Bilim Dalı, 2008, s. 231
[6] Nigar Pösteki, 1990 Sonrası Türk Sineması, 1. Basım, İstanbul: Es Yayınları, 2004, s. 44
[7] Erdal, s.236-237
[8] Alim Şerif Onaran; Bülent Vardar, 20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması, 1. Basım, İstanbul: Beta Yayınları, 2005, s.49
[9] Onaran; Vardar, s.295
[10] Öztürk, s.299-300
[11] Öztürk, s.300
[12] Özden Cankaya, Bir Kitle İletişim Kurumunun Tarihi: TRT, 1. Basım: İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.165
[13] Cankaya, s.165
[14] 12 Eylül 1980, http:// tr. wikipedia. org /wiki / 12_Eyl %C3 % BCl_Darbesi
[15] Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye. 13.basım, İstanbul: Remzi Kitabevi,1998s.198
[16] D.Beybin Kejaloğlu, Türkiye'de Medyanın Dönüşümü. 1. Basım, İstanbul: İmge Kitabevi, 2004, s..208
[17] Emre Kongar, s.199
[18] Atilla Dorsay, Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları. 1. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2004, s.50
[19] Nezih Coşkun, "Türk Sinemasına Gerçekçi Bir Bakış", Yeni İnsan Yeni Sinema, Sayı:10, İstanbul, 2002, s.6
[20] Coşkun, s.7
[21] Coşkun, s.7
[22] Coşkun, s.7
[23] Coşkun, s.8
[24] Martin Van Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, 1. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s.9
[25] Murat Belge, Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? 1. Basım. İstanbul: Birikim Yayınları, 1996, s. 388
[26] Seyfettin Gürsel ve Diğerleri (hzl.), Türkiye'nin Kürt Sorunu, 1. Basım, İstanbul: Tüses, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı, 1996, s.11.
[27] Seyfettin Gürsel ve Diğerleri, s.12.
[28] Belge, s.389.
[29] Belge, s.390.
[30] Belge, s.392.
* İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Programı 2008-2009 Öğretim Yılı Politik Sinema dersi için hazırlanmıştır. Dersin Öğretim Üyesi: Doç. Dr. Battal Odabaş, İ.Ü. İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Sinema Bölümü
'Babam Askerde' - Yönetmen: Handan İpekçi / Yapım: Handan İpekçi / Yeni Yapım (Kültür Bakanlığı Katkılarıyla); Yapım Yılı: 1994; Senaryo: Handan İpekçi; Görüntü Yönetmeni: T. Fırat Şenol; Sanat Yönetmeni: Ayşe Akıllıoğlu; Süre: 94 dk.
'Büyük Adam Küçük Aşk' - Yönetmen: Handan İpekçi / Yapım: Türkiye, Macaristan, Yunanistan; Yapım Yılı: 2001; Senaryo: Handan İpekçi; Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman; Sanat Yönetmeni: Natali Yeres, Mustafa Ziya Ülkenciler; Süre: 120 dk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder