Bu Blogda Ara

10 Kasım 2013 Pazar

Ramazan Çakıroğlu: Emir'in Yaşamı, Yaşamın Emiri

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - İsmail'i Okul Aile Birliği Toplantısı'nda tanımıştım. Onun kızı, benim oğlum aynı okulda yatılı okuyordu. Şöyle bir kısaca tanıştık. Güven veren bir duruşu, bakışı, fiziki görünümü vardı. Bulunduğu yeri dolduruyordu. Anadolu gibi yüzünde de güneş yanığı ve yılların yorgunluğunu gördüm. Tutarlı, tok ve kısa konuşması sırasında yüzünün anlamında, sanki çok daha derin şeyler saklıyor gibiydi. Bu okul bu ve bizim gibi insanların çocuklarına çok şey verecek ve onları geleceğe taşıyacak düşüncesi beni alıp uzaklara götürmüştü.

Bir gün oğlum Onur;

- Eylem'in babası İsmail amca cilt kanseri olmuş, biliyor musun?

- Hayır, bilmiyorum. Keşke bir geçmiş olsuna gidebilsek.

- Şu sıralar Ankara'da hastanede imiş. Gelince gideriz.

- Geldiğinde haber ver de gidelim. İyi bir insana benziyor…

Bu konuşmanın ardından ne İsmail'in Ankara'dan geldiğini öğrenebildik, ne de geçmiş olsuna gidebildik…

* * *

Aradan aylar geçti. Yaz tatili başlamış, öğrenciler rahatlamıştı. Oğlum Eylem'le daha sık görüşüyor, aynı okul, aynı bölüm ve aynı sınıfta olmanın tadını çıkarıyorlardı. Bir akşam Eylem'le otururlarken, söz kahve falından açılmış. Benim yaramaz oğlum da 'ben bakarım' deyivermiş. Gece saat yirmi iki sularında bakılan kahve falında bizimki;

"Hanenizde bir ölüm görünüyor!" deyince oda bir suskunluk geçirmiş.

Aradan bir gün geçmeden Ankara'da bir hastanede yatmakta olan İsmail arkadaşın ölüm haberi gelmiş. O gün Onur aradı;

'- Biliyor musun Baba, İsmail amca ölmüş, ama çok çok üzgünüm' dedi. 'Akşam şaka olsun diye kahve falına baktık, ama ölümden de söz etmiştim. Keşke söz etmeseydim. Bu da beni çok üzdü. Hemen Eylem'in yanına koşmalıyım' diyerek koştu gitti…

Ben de bu haber üzerine çok üzülmüştüm. Çünkü hastalık yıkar, ölüm dağıtır derler. Sonradan öğrendiğime göre İsmail arkadaş yaşamını inşaatlarda ustalık ve taşeronluk yaparak kazanmıştı. Evini emekle kurmuş, emekle yaşatmış gerçek bir emekçiydi. Evine ve yaşamına emek karşılıksız zerre girmemişti. Kim bilir kaç inşaatın içinde harcı ve alın teri vardı? Kim bilir kaç iş adamının kasasında yatıp duran paralarda, çeklerde senetlerde alın teri kokusu sinmişti? Ve kim bilir emeğini ve gençliğini bıraktığı yapılar şimdi ne işlere yarıyor, ne yaşamlar sürülüyor, nelere yarıyordu, neler için kullanılıyordu? Bütün bunlarla birlikte geride dört yetim çocuk ve bir eş bırakıyordu. Bundan sonra bu dört çocuk ve bir eş ne yapacaktı? Onları neler bekliyordu? Çocuklar eğitim-öğretimlerine devam edebilecekler miydi? Yaşamda destek alacakları yakınları var mıydı? Onları ayakta tutacak bir akar gelirleri bulunuyor muydu? Bunlar düşüncelerimden geçerken, akşamüstü Onur ve bir arkadaşı beş yaşlarında elinden tuttukları bir çocukla çıkageldiler.

Onur beni bir köşeye çekip, 'Baba bu İsmail amcanın küçük oğlu Emir. Evleri çok perişan oldu. Onu Emre'yle bana bıraktılar. Bu gün doyasıya gezdirin eğlendirin diye. Herkes ağıt halinde. Ben de hem etkilenmemiş olur diye alıp geldim. Ama onun yanında babasından ve ölümden söz etmeyelim. Duydu ama Babasının ölümüne inanmıyor' diyerek tanıştırdı;

- Merhaba Emir. Nasılsın?

- Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?

- Sen okula gidiyor musun?

- Hayır. Gelecek sene gideceğim.

- Sen kaç yaşındasın?

- Altı yaşındayım. Bak bu gün de bir dişim çıktı. İşte..

- Hımm.. Demek dişin çıktı…

- Evet, bir tane daha çıkmıştı geçenlerde. Ama onu babam çantasına aldı Ankara'ya giderken…

- Hay Allah.. Demek öyle (diyebildim.)

Sözü değiştirmek için;

- Bak bir ihtiyacın olursa söyle. Çişin falan gelirse, çekinme. Tuvalet şurası.

Başını utangaç utanarak öne eğip, gülmeye çalıştı;

- Olur. Söylerim…

'Büyümüşte küçülmüş kerata, ne kadar düzgün bir Türkçesi var' dedim kendi kendime. Yüzüne daha iyi baktım. O da babası gibi olgun ve güvenilir, gözlerinden zekâ fışkıran bir yüze sahipti. Simsiyah saçlarını simsiyah gözleri tamamlıyor, yaşama dolu dolu bakıyor, bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. Babasının çocukluğu gibi olmalıydı...

Onur'la arkadaşı Emre onunla epeyce eğlendirdiler. Belki de yaşamı boyunca bu kadar oyuna dalmamıştır Emir. Ama nereye kadar ki bu oyun?

Eve döndüklerinde de gece de Emir'in bizde kalmasını istedim. Fakat annesi kabul etmemiş. Cenaze Ankara'dan geldiğinde annesi Emir'i evinde görmek istemiş. Böylesi günlerde anneler, yürekleriyle birlikte ağıtlarını da çocuklarıyla birlikte yakarlar. Emir daha ölümü bile anlayacak yaşa gelmeden de bu ağıtların içine düşmüş oldu…

* * *

Onur Emir'i evine bırakıp döndükten sonra;

- Baba ne oldu, biliyor musun?

- Ne oldu?

- Emir eve giderken benden kâğıt dövme istedi koluna.

- Alsaydın istediğini.

- Onu kırmamak için aldım. Ama desen olarak neyi seçti dersin?

- Neyi seçti?

Onur acıyla yüzünü buruşturdu.

- Azrail desenini seçti…

- Nasıl olur?

- Evet. O kadar desenin içinden gitti Azrail desenini seçti. Ve koluna yapıştırdı. Evine de onunla gitti…

Olayların üst üste gelmesinden ve bu kadar ilginç tesadüflerden çok etkilendik, çok acı duyduk. Akşam kahve falında söz edilen ve yarım gün geçmeden gerçekleşen bir ölüm, ölüme giderken altı yaşındaki evladın çantaya alınan dişi ve oyundan dönen bir çocuğun ölüm evine dönerken aldığı oyuncak boyalı Azrail desenli basit dövme! Bütün bunların içinde Emir babasını özleyecek. Ama baba bir türlü gelmeyecek. 'Ağlanılan o muydu?' diye soracak Emir. 'Evet, oydu' diyecekler. Emir'in altı yaşındayken dağ gibi bir babayı kaybetmenin acısı ömrüne sinecek…

Babasının ölümünden sonra Emir'i henüz yeniden göremedim ama Emir'in yaşamı ve yaşamın emiri nedir sorusu hep aklımda kalacak!

Ben henüz Emir için bir şey yapamadım. Böyle bir öykü yazmaktan başka… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

[30 haziran 2006]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder