Bu Blogda Ara

26 Ekim 2013 Cumartesi

Ramazan Çakıroğlu: Kurt Şahan Ne Dedi?

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Geniş bir ailenin ilk çocuğu olarak, 1915 yılında Trabzon'un ilçelerinden birinin, bir köyünde doğmuştu. Anası onu doğururken bitap düşmüş, günlerce yataktan kalkıp, emzirememişti bile. Onu doğurtan Hatice ebe, doğar doğmaz tuzlamış, kundağa sarmıştı. "Yıllardır doğurturum, böyle çocuk görmedim" diyerek, el kantarına vuruvermiş; "Beş okkadan fazla" demişti. Eş, dost akraba, uzak köylerden görmeye geldiler. Beşikte yatan sanki bebek değil, küçülmüş bir adamdı. Daha kırkı içinde, yumruklaşmış elleri, kalın bilekleri ve fıldır fıldır gözleri görenleri hayrete düşürüyordu. Askerlik dönüşü, beş yıl çocuk bekledikten sonra gelen, Tanrının bu armağanı için, Babası, "Evi barkı bu koruyacak, bu kurtaracak" diyor ve oğlu için, geniş yapılı ailede de göneniyordu. Karısının ve kendisinin, aile içindeki yerleri bile yükselmişti. Büyük baba ve nine üzerlerine titriyordu. Doğum yapan Ayşe gelin için, özel yemekler yapılır olmuştu. Baba da artık, köy odasına bir başka çıkıyor, bir başka yürüyor, bir başka dolaşıyor, bir başka oturup kalkıyordu. Onu askerlikten geri bırakan, kamburluğu da uçup gitmişti…

Memleket yoksuldu, savaştaydı ama kendilerine yeteceğinden fazla tarlaları, evleri ve hayvanları vardı. Çanakkale düşmediği müddetçe, bundan daha kötüsü olamazdı herhalde. Süt, tereyağı, yumurta herkese yeterdi. Dokuma kenevir bezi, mısır da öyle. Gerçi yılda bir Osmanlı'nın tahsildarı, gelip tahılın bir kısmıyla birlikte vergi üstüne vergi alıp gitmese daha iyi olacaktı her şey. Neyse, bunun da kolayı vardı. Dere içindeki çardaklar ve küçük mağaralar ne güne duruyordu…

Bebeğin kırkı çıkacaktı, daha adı bile konulmamıştı. Tokaç gibi doğan bir bebeğe ne ad yakışırdı ki? Ad koyma telaşı böyle sürerken, bir gün Hatice ebe, Ayşe gelini ziyarete geldi. Ad koyma sözü açıldı. Hatice nine; "O sizin olduğu kadar, benim de oğlum. Kolayla mı doğurttum ben onu. Az kaldı, anası ölecek diye korktum. Onun adını bari ben koyayım" dedi. Baba da hatırı sayılır, bu köy bilgesinin sözüne katıldı. "Sen ne dersen o olur Hatice Ana" dedi…

25 Ekim 2013 Cuma

Niyazi Öktem: Türk Aydınının Serencamı

[© Niyazi Öktem - KanalKultur] - Aydınlanma Felsefesi'nin, kuşku yok ki eleştirilecek yanları vardır. Ancak "Aydınlanma Düşüncesi" bilimin verilerine itibar etmesi, hoşgörüyü gündeme getirmesi, 'ötekini' anlamaya çaba göstermesi bağlamında dünya tarihinin çok önemli bir dönüşüm sürecidir. Hoşgörü ve demokrasi bilinci bağlamında, Aydınlanma Felsefesi'nin ruh ve mantığını ifade eden en güzel yaklaşımı, bu çağın ünlü filozofu Voltaire dile getirmiştir. Yakın bir dostunun düşüncelerinden nefret etmektedir.. Mealen ona der ki : 'Dostum senin bu düşüncelerinden nefret ediyor ve hatta tehlikeli buluyorum. Ancak, bu düşüncelerini savunabilmen için hayatımı dahi feda edebilirim'.

Aydınlanma işte böyle bir zihniyeti yaratmıştır: Düşünceye, inanca saygı, hoşgörü, ifade özgürlüğünün mutlak bir hak olması…

Gençlik dönemimizde ülkemiz aydınları sık sık "Aydınlama Düşüncesi"nden söz ederdi. Bugünün Ergenekon yandaşlarının, sanıklarının, sempatizanlarının ileri gelenlerinin bir bölümü "Aydınlanma" sözünü dillerinden düşürmezdi. Aydınlanmanın Türkiye'ye gelmesinin gerekliliğinden söz açar ve böyle bir ortamın yaratılması için çoğulcu demokrasinin gerekliliğini savunurlardı. İfade özgürlüğünün mutlak haklar kategorisi içerisinde kabul edildiği, her türlü düşüncenin savunulduğu siyasal ortamların zemininde ancak "Aydınlanma" sürecine girilebileceğini, bizlerle birlikte onlar da gündeme getirirlerdi. Fikirlerin çatışmasından hakikatin ortaya çıkacağını onlar da bilmekteydi. Hepimiz demokrattık. Demokrattan öte çoğulcu demokrasiyi savunmaktaydık. Bu mücadelenin ürünü olarak TCK. 141., 142., 163. maddeleri yürürlükten kalktı. O maddeler ki, Atatürk ve arkadaşlarının Türk halkıyla birlikte kurmuş olduğu cumhuriyeti ortadan kaldırmak isteyenleri mahkum ediyordu. O günün Ergenekoncularını bilmem, biz Atatürkçüydük, rejimi yıkmak isteyenlerden yana değildik, ancak tıpkı Voltaire gibi, mahiyeti ne olursa olsun inanç ve düşünceyi ifade özgürlüğü için mücadele vermekteydik. Biz o zaman da demokrattık, bugün de… Onlar, o zamanlar demokrat görünürken acaba takiyye mi yapıyorlardı?

Onlar ki bir Mümtaz Soysal hoca, çoğulcu demokrasi lafının anlam ve mahiyetini '100 Soruda Anayasa'nın Anlamı' kitabında enine boyuna anlatmıştı. Çoğulcu demokrasinin erdemini hocamızdan öğrenmiştik. Geçen yıl kendisiyle bir resepsiyonda karşılaştığımızda nelerin değiştiğini sormuştum. Bana yanıt vermeden çekip gitti.

Barack Hussein Obama: 'Amerika Birleşik Devletleri, hiçbir zaman İslam'la savaşta değildir, olmamıştır, olmayacaktır'

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Hussein Obama, Türkiye ziyareti kapsamında 6 nisan 2009 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) 23. Dönem 3. Yasama Yılı Genel Kurul'unun 72. Birleşim'i 2. Oturumu'nda bir konuşma yaptı. Oturum Başkanlığını Eyyüp Cenap Gülpınar yürütüyordu ve Kâtip Üyeler Yaşar Tüzün ve Fatoş Gürkan'dı. TBMM Genel Kurul Tutanakları'nda kayda alınan konuşma metnini okurun ilgisine sunuyoruz. [KanalKultur]

* * *

BAŞKAN – (...) Değerli milletvekilleri, ülkemizi ziyaret etmekte olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Sayın Barack Hussein Obama Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Köksal Toptan'ın refakatinde şu anda Meclisimizi teşrif etmişlerdir. (Ayakta alkışlar)

Kendilerine, yüce Meclisimiz adına "hoş geldiniz" diyorum.

Konuşmalarını yapmak üzere Sayın Barack Hussein Obama'yı kürsüye davet ediyorum.

Buyurun Sayın Başkan. (Alkışlar)

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ BAŞKANI BARACK HUSSEIN OBAMA – Sayın Başkan, Sayın Başkan Yardımcısı, sayın üyeler; bugün bu Mecliste konuştuğum için onur duyuyorum ve ülkelerimiz arasındaki dostluğu ve müttefikliği devam ettirmeyi amaçlıyorum.

Bu, Amerika Birleşik Devletleri Devlet Başkanı sıfatıyla yaptığım ilk ülke ziyareti. Daha önce G20 zirvesine Londra'ya, NATO zirvesine Strazburg'a, Kehl'e ve Prag'taki Avrupa Birliği zirvesine gittim. Bana, ziyaretimi Ankara'ya ve İstanbul'a devam ettirmeyi bir mesaj vermek için yapıp yapmadığımı soranlar oldu. Buna cevabım çok kolay: "Evet." (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Türkiye, Amerika Birleşik Devletlerinin önemli bir müttefikidir. Türkiye, Avrupa'nın önemli bir parçasıdır ve Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri birlikte çalışmalı, birlikte çalışarak zamanımızın güçlüklerini çözümlemelidirler.

Bu sabah, gerçekten, Atatürk'ün, sizin ülkenizin kurucusunun mezarını ziyaret ettim. Hakikaten de bu ziyaretten, kendisi adına inşa edilmiş olan bu anıttan çok etkilendim çünkü kendisi tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama Atatürk'ün yaşamına ait en büyük anıt hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez, kendisinin bırakmış olduğu en büyük miras Türkiye'nin canlı laik demokrasisidir ve bu Meclis de bunun devamını sağlamaktadır bugün. (AK PARTİ, CHP ve MHP sıralarından alkışlar)

Süheyla Taşçıer: Benim Adım Ne

Süheyla Taşçıer
[© Süheyla Taşçıer - KanalKultur] benim adım ne

kudurmuş hava
habercisi sinsi dumanın
tozlu bıyıklarıyla 
binmiş dağların sırtına

kundak
kundak

ölüme kafa tutamıyor güneş

ayın her haline
dilek tutuyor
dağ eteğindeki
ana
bacı

görülmüştür ibaresinin dallarına
tutunmuş  kızıl yarların
menekşe seslerinde titriyor
adı
hasret gövdeleri

ne zaman
ne zaman
unuttuk
bizim olan dağlara
türküler yakmayı
kutsanmış sularda yıkanmayı

Entropi // Kaos ve Tao | Entropy // Chaos & Tao

Entropi // Kaos ve Tao | Entropy
// Chaos & Tao / 22 ekim - 23 kasım 2013;
Artnext Istanbul
[KanalKultur] - Küratörlüğünü Didem Hazinedar'ın üstlendiği "Entropi – Entropy // Kaos ve Tao" adlı karma sergi 22 ekim - 23 kasım 2013 tarihleri arasında Artnext İstanbul'da sanatseverlerle buluşuyor. Sergide şu sanatçılar yer alıyor: Müge Akçakoca, Bulut Bagatur, Alper Bıçaklıoğlu, Serdar Çongar, Taşkın Esin, Özlem Gök, Uğur Hasekin, Ahmet Özcan, Korhan Özsoy ve Baysan Yüksel.

Sanatçıların ortak özelliği; hepsinin içinde bulundukları zamana karşı özel bir duyarlılık geliştirmiş olmaları. Serginin konsepti; yaşadığımız süreç ile bizlere bozulma olarak görünen deneyimlerin, "entropi" ve ilintili diğer kavramlar bağlamında sorgulanması ve sanatçıların bu kişisel sorgulamalar karşısında verdikleri cevaplar yoluyla eserlerini üretmeleri üzerine kurgulanmış. 2013 haziran ayında çalışmalarına başlanan sergide yer alan işlerin tamamı, sanatçıların zamana dair bireysel algı filtrelerinin birer görseli veya ürünü. Resim, heykel, yerleştirme ve video disiplinlerinde işlerin yer aldığı sergi, on sanatçının kavramsal çalışmalarından oluşan güçlü bir içerikle izleyicinin karşısına çıkıyor.

Sergide merkez alınan kavram olarak "entropi", "herhangi bir sistemin evrenle birlikte düzensizlik ve tesirsizliğe doğru olan eğilimidir." Fizikte "entropi", bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Felsefede çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye birçok alanda yararlanılır. Termodinamiğin ikinci temel yasasıdır. Aynı zamanda "her şeyin yıprandığını" söyleyen yasadır! Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır… ve evrendeki düzensizlik artar.

Alper Bıçaklıoğlu
- Sistem Şematiği | System Schematic
Sistemdeki düzensizlik arttıkça "entropi" de artar. Örneğin, yukarıdan bırakılan bir taş aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir. Demir bir kaba sıkıştırılan gaz kendini dışarı atmak ister, çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir. Sosyoloji ve politika açısından da baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister, ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Kaos kuramı gibi Buddha düşüncesinde de bir "entropi" yaklaşımı vardır. Buddha, "bileşik olan her şeyin önünde sonunda çözüleceğini, dağılacağını," söyler. Bu evrensel bir yasadır ve istisnası yoktur. Ayrıca Buddha düşüncesinde, bu düzensizliğin ardından yeniden düzenlilik geleceği öngörülmemiştir. Bu alan Batı düşüncesinde "Kaos Kuramı", Doğu düşüncesinde ise Tao ve Sufizm kaynaklı açılımlarda ele alınır.

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları | Lost Songs of Anatolia

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları | Lost Songs of Anatolia;
Yönetmen ve Yapımcı: Nezih Ünen;
Görüntü Yönetmenleri: Aras Demiray, Behiç Gülsaçan;
Türkiye, 2008, 94' (DigiBeta ve DVD), 97' (35mm),
Hdv ve Dv, 35mm (renkli), DigiBeta (renkli);
Türkçe ve şarkı sözlerinde çeşitli diller
(İngilizce altyazılı)
[KanalKultur] - Antik kültürleri, imparatorlukları, mitolojileri ve yaşanmış görkemiyle dünyada eşi benzeri olmayan Anadolu'nun 10 binyılı aşan bir geçmişten kalma egzotik mekanları ve insanları arasında yaşanan bir müzikal yolculuk.

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları, bir müzikal-belgesel olarak belki de türünün ilk örneği: Anadolu halkının kendi mekanında ve provasız kaydedilen otantik performansları, 20 benzersiz şarkı halinde yeniden düzenlenirken bazıları ise orijinal halinde bırakılmış.

Bu yolculuk, müzik ve kültürün nasıl olup da hayat, coğrafya ve çalışma ortamından türediğini gözler önüne sererken, Anadolu'nun zengin kültürleri de müzik, dans ve ritüeller temelinde keşfediliyor. Bu insanları saran ve yaşam biçimlerini etkileyen büyüleyici çevre de filmin şiirsel anlatımına katkıda bulunuyor.

"Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" için yönetmen Nezih Ünen şunları kaydediyor:
"Filme başladığımız gün ekibime 'Bir senaryomuz yok, Anadolu yazacak, biz de çekeceğiz' demiştim. Öyle de oldu! Antik uygarlıklardan kalma bu yorgun ve yıpranmış kültürler diyarında bu filmi çekme tarzım her şeyin kendiliğinden gelişmesine izin vermek ve insanların hikayelerini şarkılar, ritüeller ve danslarla anlatmasına yardım etmekti.
Anadolu'da yaşadığım yolculuk bana çok değerli bir sanatsal kaynak sağlamakla kalmadı, sahip olduğumuz zenginliğin sandığımdan da fazla olduğunu gösterdi. Yapacak çok iş vardı ve bu işleri yapmak için büyük bir heyecan ve heves duyuyordum. Bu filmin yönetmenliğine girişmeden önce uzun yıllar müzik yapmış biri olarak hep Anadolu kültürlerinin yeni müzik tarzları yaratmak için büyük bir potansiyal taşıdığını düşünmüşümdür. O yüzden ilk amacım, Anadolu insanlarının otantik icralarından yola çıkarak türünün ilk örneği bir sinema filmi yapmaktı. Bu film bir müzikal olacak, ancak malzemesini bir hikayeden değil, gerçeklerden alacaktı.
Dünyaya ilan edilmesi gereken bir gurur vardı. Sanat ve popüler kültür alanında yıllarca bizi kendine hayran bırakan batı kültürüne, bizim de söyleyecek bir sözümüz vardı.
10.000 yıllık bir tarihten gelen, popüler kültürün bilmediği son büyük uygarlık!
Batılı değerlerin yükselişiyle ve küreselleşmenin telaşında unutulmaya yüz tutmuş bu topraklar aslında çarpık gelişmenin açtığı yaraları iyileştirmeye, soruların cevaplarını vermeye çoktan hazırdı. Anadolu bize ihtiyacımız olan tüm sevgi, takdir ve onuru kazandıracak kadar zengindi ama biz bu zenginliği hak etmeliydik!
Hak etmek için ise fazla birşey istemiyordu bizden. Ona ne verirsek bize fazlası ile vermeye hazırdı.
Sevgi, takdir ve onur!"
Filmin çalışmalarına 2002 yılında başlanmış. Filmin yapım sürecinde Anadolu iki defa tamamen gezilmiş. Daha sonra da çeşitli yerlere defalarca çekim için gidilmiş. Toplam 350 saatten fazla çekim yapılmış. Tüm araçlar toplam 40.000 km. üzerinde yol kat etmiş. 121 ayrı mekanda 133 performans çekilmiş. Bunlardan 43 adedi filmde yer almış. Montaj 4 yıl sürmüş. Müziklerin düzenlemesi 3 yıl; filmin yapımı toplam 5 yıl sürmüş. Çekimler Anadolu'nun bütün bölgelerini kapsamış. Bunlar arasından yapılan zorlu seçimler sonucunda filmde yer alacak olanlar seçilmiş.

Özetle: Düzce'de Çerkes oyunları, Tokat'ta semah ve türkü, Trabzon'da horon, Rize'de Hemşin türküleri ve atma türkü, Artvin'de çoksesli Gürcü şarkıları, Kars'ta aşık atışması ve Çoban'ın aşk şarkısı, Bingöl'de kartal dansı, Tunceli'de Bektaşi türkü, Muş'ta Dengbej, Diyarbakır'da pamuk işçilerinin iş şarkısı, Mardin'de Süryani ilahileri, Midyat'ta halk şarkıları ve Harran'dan görüntüler, Urfa'da gazel, Gaziantep'te Barak havası, Hatay'da ipek üreticisinin iş şarkısı, Silifke'de türkü ve Kırtıl semahı, Kırıkkale'de bozlak, Denizli'de Karacaoğlan türküsü ve Zeybek, Burdur'da Yörük kemane ve sipsi ile aşık-maşuk oyunu, Muğla'da Roman davul-zurna, Bursa'da kılıç - kalkan'ın yanısıra İstanbul'da çekilen Ermeni ve Rum şarkıları ile sema yapan dervişler filmde yer alan başlıca performanslar olmuş.

Nezih Ünen

Bursa'da doğdu ve 18 yaşında üniversite eğitimi için İstanbul'a taşınana kadar burada yaşadı. Okul yıllarında müzik ve fotoğrafla yakından ilgilendi. Boğaziçi Üniversitesi'nde mühendislik okurken çeşitli fotoğraf sergilerinde yer aldı ve aynı zamanda müzik ve tiyatro çalışmalarında bulundu.

Mezuniyet sonrası, yaşamını müzikle kazanmaya karar verdi. Belli bir türde uzmanlaşmak yerine daima yeni fikirler yaratmaya ilgi duydu. Çalışmalarının ortak noktası, farklı müzik tür ve kültürlerini kendine özgü biçimde birleştirmekti.

Besteci, yapımcı, aranjör ve yorumcu olarak geçen 20 yıllık müzik kariyerinde çeşitli video klipler ve film müzikleri yapma fırsatı da buldu. Bu deneyimlerden aldığı cesaretle ilk filmi "Anadolu'nun Kayıp Şarkıları"na başladı. [KanalKultur]

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları / Lost Songs of Anatolia; Yönetmen ve Yapımcı: Nezih Ünen; Görüntü Yönetmenleri: Aras Demiray, Behiç Gülsaçan; Türkiye, 2008, 94' (DigiBeta ve DVD), 97' (35mm), Hdv ve Dv, 35mm (renkli), DigiBeta (renkli); Türkçe ve şarkı sözlerinde çeşitli diller (İngilizce altyazılı); Yapım: Nezih Ünen Productions; Müzik: Nezih Üren; Ortak Yapımcı: Hasan Aslanoba; Uygulayıcı Yapımcılar: Mahir Altundağ, Vedat Atasoy; Kamera: Ulaş Beşoklar, Blagoy Toprakidis, Tayman Tekin, Sevdan Şenkulak, Gürcan Öztürk, Cumhur Ayar; Kurgu: Nezih Ünen; Yönetmen Yardımcısı: Seçil İssi; Fotoğraf: Gürcan Öztürk, Şenol Durmuş, İzzet Keribar; Kültürel Araştırma: Simin Girişmen, Sami Solmaz, Gürcan Öztürk, Ada İmamoğlu, Erman Meç; Müzikoloji Danışmanları: Hasan Saltık, Birol Topaloğlu, Melih Duygulu, Oğuz Elbaş, Ahmet Mortaş; Stüdyo Müzisyenleri: Vokal / Aynur Haşhaş; Bas Gitar / Alp Ersönmez, İsmail Söyberk; Gitar: Gültekin Kaçar, Murat Çekem, Sarp Özdemiroğlu, Sarp Maden; Perküsyon: Cengiz Ercümer, Mehmet Akatay; Asma Davul: Özcan Gök; Kaval: Osman Aktaş; Ud: Yurdal Tokcan; Balaban: Ertan Tekin; Kanun: Göksel Baktagir; Klarnet: Bahattin Lekesizgöz; Ney: Eyüp Hamiş; Klavye: Artun Sürmeli; Kayıt: Sarp Özdemiroğlu; Miks: Mustafa Öztürk; Stüdyo Dansçısı: Merve Bilaloğlu; Oyuncular: Cemile Yıldırım, Çetin İçten, Osman Turan, Osman Efendioğlu, Cevahir Şerbetçi, Mustafa Metin, Cevdet Öztopal, Halil Er, Mehmet Bedel, Mehmet Çeler, Kırtıl Türkü Topluluğu, Muhammet Demir, Ceyhun Demir, İsmail Özdemir, Denizli Zeybek Ekibi, Behzat Yurt, Ali Kara, Mehmet Demir, Bingöl Halk Oyunları Ekibi, Madine Özen, Durudere Köy Halkı, Orhan Karadayıoğlu, Mahmut Karataş, Sabri Yokuş, Herkül Boncuk, Ali Bilgiş, Mustafa Uğur, Şahin Uğur, Aymet Elmastaş, Yaşar İli, Fahrettin Güçtekin, Selahattin Güçtekin, Nurdoğan Demir, Tonya Otantik Halk Dansları Topluluğu, Şevki Özgen, Sevim Seyhan, Meryem Seyhan, Zekiye Bakır, Teyhane Alkan, Ufuk Altay, Firdevs Altay, İsmail Turan, Macahela Polifonik Şarkılar Topluluğu, Bostanköy Çerkes Topluluğu, Atmet Yurt, Ahmetalan Köy Halkı, Diyarbakır Pamuk Tarlası İşçileri, Hasan Büyükaşık, Mehmet Şah Türküz, Zihni Aydın, Bursa Kılıç Kalkan Ekibi, İbrahim Kaan Dalkıran, Nasra Şimmeshindi, Yerçanik Perseğyan, Ani Dionyan, Yannis Saoulis Grubu, Ahmet Naci Yoluk, Latif Elen, Ömer Elen, Kırtıl Köy Halkı, Nevşehir Semazen Topluluğu, Samin Bahceban

24 Ekim 2013 Perşembe

Muzaffer Şerif, Sempozyuma Konu Oluyor: Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu

Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu
[Düzenleyen: Ödemiş Belediyesi] /
 3- 4 kasım 2013, Ödemiş;
Ödemiş Belediyesi Kongre ve Sergi Merkezi
[KanalKultur] - Muzafer Sherif [Muzaffer Şerif Başoğlu] [Ödemiş 1906 - Fairbanks, Alaska, ABD 1988]: Türk asıllı ABD'li psikolog. Sosyal psikolojinin kurucular kuşağı içinde yer almış, deneysel psikoloji yöntemlerini kullanmadaki başarısıyla bu bilim dalının en önde gelen adlarından biri...

Harvard Üniversitesi'nde psikoloji dalında lisans eğitimi yaptı. Columbia Üniversitesi'nde doktora çalışmasını tamamladı. 1939'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'nde psikoloji doçenti olarak ders vermeye başladı. 1944'te derslerinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle Türkiye Komünist Partisi (TKP) davasında kovuşturmaya uğrayarak tutuklandı. 1945'te serbest bırakıldı. Princeton Üniversitesi'nden gelen bir çağrıya uyarak, ABD'ye gitti. Yale Üniversitesi'ne geçti; Oklahoma Üniversitesi'nde Grup İlişkileri Enstitüsü'nü kurdu. ABD'ye yerleştikten birkaç yıl sonra ABD vatandaşlığına geçti. "Autokinetic effect" ve "Robbers Cave Experiments" ile alanında çığır açtı. "Realistic Conflict Theory"i geliştirdi. 1980'lerin başlarına değin görev yaptığı Pennsylvania Park Üniversitesi'nden emekliye ayrıldı...

Temel yayınları arasında şunlar bulunuyor: M. Sherif und C. W. Sherif: Social Psychology (Int. Rev. Ed.). Harper & Row, New York 1969; M. Sherif, O. J. Harvey, B. J. White, W. R. Hood und C. W. Sherif: Intergroup conflict and cooperation: the Robbers Cave experiment. University of Oklahoma Book Exchange, Norman 1961; M. Sherif, B. J. White und O. J. Harvey: Status in experimentally produced groups. In: American Journal of Sociology. Band 60, 1955, S. 370–379; M. Sherif und C. W. Sherif: Groups in harmony and tension. Harper & Row, New York 1953; M. Sherif und H. Cantril: The Psychology of Ego-Involvements. Wiley & Sons, New York 1946.

Ödemiş Belediyesi 3- 4 kasım 2013 tarihleri arasında Ödemiş'te Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu düzenliyor.

Sempozyum Açılış Konuşmaları'nı Melek Göregenli, Ülkü Başsoy ve Bekir Keskin yapıyor. Talat Halman ve Sezen Zeytinoğlu oturum başkanı olarak sempozyuma katılıyor.

Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın "Şerif'in geniş perspektifi, bakış açısı" başlıklı Açılış Konferansı ile başlıyor. Sempozyum esnasında Ödemiş'te "Muzaffer Şerif Sokağı" da açılıyor.

İlgili toplantıda "Şerif'ten sonra Türkiye'de sosyal psikoloji" başlıklı "Yuvarlak Masa" dışında toplam 10 sunum tartışmaya açılıyor. Yuvarlak Masa yöneticisi Melek Göregenli; katılımcıları Nebi Sümer (ODTÜ Psikoloji Bölüm Başkanı), Diane Sunar (Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı), Tülay Bozkurt (Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı) ve Hale Bolak Boratav (Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi).

Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu'nda şu sunumlar bulunuyor:

Sertan Batur: "Muzaffer Şerif'in Türkçe metinleri neden okunmalı?"; Ahmet Mehmetefendioğlu, Cemal Necip Gürel: "1940'lı yıllarda Türkiye'de aydın olmak"; Gökhan Atılgan: "Muzaffer Şerif ve 1940'lı yıllar Ankara'sında sosyalist aydınların yön arayışı"; Mithat Vural: "Savaş döneminde Türkiye'de sol düşünceler ve Muzaffer Şerif"; Kemal Kocabaş: "Köy Enstitüleri döneminde Muzaffer Şerif"; Kurtuluş Kayalı: "Muzaffer Şerif Başoğlu ve Muzaffer Şerif Başoğlu'na dair okuma serüveninin kısa bir hikayesi"; Aysel Kayaoğlu: "Şerif'in gruplararası ilişkiler kuramının teorik ve politik önemi"; Ayfer Dost: "Ergenlik dönemine sosyal psikolojik bir bakış : Muzaffer Şerif'in bütünleştirici psikoloji yaklaşımı"; Sibel Atasayı: "Şerif'in uluslar arası barış politikalarına katkısı ve pratikten öneriler"; Olcay İmamoğlu: "Muzaffer Şerif'i düşünürken: Anılar ve anlamlar üzerine" [KanalKultur]

Muzafer Sherif [Muzaffer Şerif Başoğlu] hakkında detaylı bilgi için bkz. →
Uluslararası Muzaffer Şerif Sempozyumu [Düzenleyen: Ödemiş Belediyesi] / 3- 4 kasım 2013, Ödemiş; Ödemiş Belediyesi Kongre ve Sergi Merkezi

Emine Onaran İncirlioğlu: Küçük Harfle Yazılan 'çingene'

[© Emine Onaran İncirlioğlu] - Türkçe'de iki "Çingene" var; biri küçük harfle yazılıyor, diğeri büyük harfle. Küçük harfle yazılanı, sözlü ve yazılı edebiyatta, deyimlerde, atasözlerinde, pek çok insanın kafasında ve günlük dilinde olan ama gerçekte yaşayan "sahici" insanlarla ilişkisi bulunmayan bir dizi imajı, bir dizi hayalî karakteri, bir dizi tavır ve davranışı anlatmakta kullanılıyor; tüm özel isimler gibi büyük harfle yazılanı ise, gerçekte yaşayan bir grup insanın, bir etnik nüfusun adı. Aynı sözcüğün hem hayalî kavramları hem hakîkî insanları anlatmakta kullanılması kafa karıştırıyor. Öyle ki, hayatında Çingene / Roman etnik grubundan bir tek kişiyle karşılaşmamış, tanışmamış, arkadaş olmamış, birlikte çalışmamış, hatta iki laf etmemiş insanlar bile küçük harfle yazılan çingeneler hakkında duyduklarına dayanarak Çingeneler hakkında birşeyler bildiklerini sanıyor. Bu iki tür kullanımı ayırmak kolay değil elbet, ama becerilebilirse, pek çok yanlış anlama da aydınlığa kavuşabilir.

Küçük harfle yazılan "çingene" sözcüğü, çeşitli anlamlarda kullanılagelmiş. Bu anlamlardan pek çoğu aşağılayıcı, küçültücü, küçümseyici olmakla bilikte, bir kısmının da olumlu, neşeli, eğlenceli, eni konu özenilecek tınıları var. Ben bu yazıda, anlam yükü olumsuz da olsa, olumlu da olsa, gerçek bir nüfustan söz etmeyen, hayali bir çingene imajı çizen ya da bu imajı destekleyip yeniden üreten kullanımlar üstünde durarak, sevimli bir çingene imajının da, hakaret dolu imajlar gibi, sadece bir imaj olduğunu, büyük harfle yazılan ve gerçek bir insan grubunun adı olan Çingenelerle karıştırılmaması gerektiğini savunuyorum.[1]

Türkçe atasözlerinde ve deyimlerde çingene sözcüğü, Çingene etnik grubuyla ilgisi olmayan çeşitli anlamlarda kullanılıyor. Örneğin, Ömer Asım Aksoy, Türk Dil Kurumu yayınlarından 1981 yılında çıkan Atatsözleri Sözlüğü'nde, içinde küçük harfle çingene sözcüğü geçen dört atasözüne yer vermiş, ardından da açıklamalar getirmiş. [2]

23 Ekim 2013 Çarşamba

Firuz Kutal çizdi: Gazetecilere / Yazarlara / Sanatçılara Dokunma!

© Firuz Kutal çizdi:
'Gazetecilere / Yazarlara / Sanatçılara Dokunma!'

İsmail Engin: Türkiye'de Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi Nasıl Zorunlu Oldu?

İsmail Engin
[İsmail Engin] 1969'da toplanan II. Milliyetçiler Kurultayı'nda alınan kararlar doğrultusunda 1970'te İstanbul'da "Aydınlar Ocağı" kurulur. Türk milliyetçiliği ile İslam ümmetçiliğini uzlaştırma çabası üzerine çatısı çatılan "Aydınlar Ocağı", ilk resmî görüşünü 1973'te kitaplaştırarak yayınlar.[1] "Aydınlar Ocağı'nın Görüşü: Türkiye'nin Bugünkü Meseleleri" adını taşıyan 406 sayfalık kitapta "Türk-İslam Sentezi" doğrultusundaki görüşler yerli yerine oturtulur ve sistemleştirilir. Bu görüşler, 12 eylül 1980 Askerî Darbesi'ne düşünsel, ideolojik ve siyasal alanda yol göstericiliği yapar.

"Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri"

12 eylül'ün hemen ardından Aydınlar Ocağı'nın fikir dünyasına konuyla ilgili çok önemli katkılar yapan ve o dönemin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olan Hüseyin Atay, 23-25 nisan 1981 tarihleri arasında Ankara'da "Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri" düzenler ve akabinde tebliğler 400 sayfalık bir eser olarak hemen yayınlanır.[2]

Seminer'e dönemin Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, MEB Din Eğitimi Genel Müdürü Necati Öztürk konuşmacı olarak katılır. Katılımcılar listesinde göze çarpan isimler arasında Süleyman Hayri Bolay, Mehmet Aydın, Salih Tuğ bulunmaktadır.