Ağıt, sözlük yazarlarımıza göre; ölen kimselerin ardından yakılan türkülerdir. Folkloristlerimize göre biraz daha fazla işlevi vardır ağıtın...
Folklor, her nekadar, Folk ve Lor kelimelerinin içeriği olarak; şimdiki zaman düzleminde geçmiş zamanı yaşatma arzusu ise de, esas itibariyle, geçmişteki gelenek ve göreneklerin zamanımızdakilerden daha sevincel ve daha tutarlı olduğuna parmak basma sanatıdır bence...
Geçmişi yaşatırken ve de yaşarken, somut değerleri öne alıp, soyut kavramlarda gezinmeyen veya gezinemeyen her fikir, her olgu, objektiflik değeri kadar yaptırım arzeden, eni boyu belirlenmiş kaideler olarak çıkar ortaya... «Brutal» tanımlanma korkusu başlar kişide...
Bu bakımdan kişi; kendinden galât bulgulara sahip olsa bile, bunlar üzerinden çevresine tesir edebilme cesaretine cesurca sarılamaz ve kendisini mazide kalmış anonim değerlerin arkasına alarak çıkar ortaya... İşte burada başlar Folklor...
Uluğ Bey'in yıldızların hareketlerini kollayan rasathanesi, bugünkü bilimde bir mana ifade etmemektedir amma, bundan 560 sene evvel, nasıl ve hangi yöntemlerle, yıldızların ölçümünün yapılabilmiş olmasını bilmiş olmak ve bugünkü insanlara aktarabilmek, anlatanla dinleyenler arasındaki tüm farklılıkları bir anda sıfıra indirerek, anlatan lehinde bir çeşit gıpta yaratmaktadır... Folkloristik çalışmalarda da, bu tür bir içgügü; eskiye dönüklüğü daima taze kılmaktadır...
1900 senelerine kadar, Türk Folkloru hakkındaki tüm bilgi ve dayanaklar, masallarımız, ata sözlerimiz ve geleneklerimizdi...
Bugün zaman değişmiş, bir çok bilim adamımız, aramalara girişmiş, başlangıçta ferdi olan bu işlev gün geçtikçe kollektif araştırmalara yönlenmiş bulunmaktadır... Sevindiricidir. Seviniyoruz...
Folklor'un tarih ile, ve de sosyoloji ile, arasındaki sınır sadece yazıdır... Yazı yazmaya çok evvelden başlamış uluslar, sıhhatli bir halk bilimi külliyatına sahip olmuşlardır amma, bizatihi halkın bireyler vasıtasıyla, eskiyi yenide sergileme seyrinden mahrum kalmışlardır.
Biz yazıya çok sonraları başlamış bir ulus olduğumuzdan, geçmişimizi geleneklerimizde yaşata yaşata bizden sonrakilere sunmuşuzdur... Bu bakımdan çok canlı ve çok renkli çeşitlere dayanır Türk Folkloru...
Ağıtı Folklor içinde bir öge olarak görmek yerinde bir davranış olmasına rağmen, geçenlerde bir dostla yaptığım söyleşide de değindiğim gibi, o sadece bir tek öğe değil, o bir çok öğelerin birleşiminden meydana gelmiş bir bütündür geçmişimizde...
«İçine yoğurt doldurularak, her iki ucundan büzülmüş süzme torbası gibidir ağıt... Gözü yaşlıdır, sızlayan yüreklerin ıslaklığını arzeder kurumayan gövdesinde...» demiştim.
İçine dökülen yoğurdu ağır-ağır işler, şekillendirir o torba... Ağıt'ta kişiyi işler ağır ağır...
Kökeni «anmak» mastarına oturur. Çokça ölünün arkasından söylenen methiyeler gibi anlarız onu ilk anlarda amma, ölü henüz evde iken yakılan ağıtların bir başka işlevi vardır töresel içgüdümüzde...
Ölüye hısım ve akraba yakınlığı veya yakın komşuluk bağı bulunan genç kızlarla, yaşı ilerlemiş, dul hanımların bir yarışıdır cenaze ağıtları...
Genç kızların şuur altında, yekdiğeri ile yarışıp, o'nu mathetmek yatar. Ondan veya onlardan daha evvel koca bulmak yatar. Ölü, kaybedilen bir nesnedir. Eğer kişi, kaybettiği bir varlığının ardından, üzüntü duyabiliyorsa ve bu üzüntüsünü, çevreye de kanıtlayabiliyorsa, sahip olduğu nesnenin kıymetini bilme olgunluğuna erişmiş olmaktadır... Bir genç kız için erişilmesi en önde gelen varlık, en önde gelen nesne de, münasibinden bir delikanlıdır... Ölü henüz evde iken yakılan ağıtların ölü ile bir ilgisi olmadığı gibi ağıt ile de bir ilgisi yoktur. Bazı yörelerimizde, meftanın rahatsız olacağı endişesiyle ağlayıp sızlamaya günah bile derler...
Hele hele, çevre yörelerden, yövmiye ile tutulan ağlayıcı kadınların varlığı, ölü sahibinin, ölen kişinin şahsiyetinde, dünyalık propagandası yapması anlamına geleceğinden, hem ayıp hem günah ve hem de gülünen bir olay olmaktadır ağlanarak...
İhtiyar dul kadınların yaktığı ağıtta, genç kızların humaniter arzusu yoktur amma, onlar da demek isterler ki: «Ey ahali, dinleyin de öğrenin beni... Ben de kaybettim en sevgili varlığımı... Hem benim kaybettiğim varlığım, herkesin varlığından daha kıymetli idi... Bakmayın siz şimdi, ben bu denli, avaneden biriyim... Ben de genç idim, ben de güzel idim... Ve hem de güzellerin güzeli bir eş'in sahibi idim...» gibi...
Esas ağıt sonradan başlar, ölenin kişiliğinin, geride kalan küçük çocuklarına, kardeşlerine ve varsa torun yeğen gibi birinci dereceden akrabalarına işlenme işlevidir ağıt...
Seneler boyu devam edenleri vardır. Akraba kızları ve kocakarıları değil de, bizatihi kendi karısı, anası ve bacısı tarafından dile getirilir...
Maniler şeklinde, ninniler şeklinde, uzun kış günlerinin ocakbaşı hikâyeleri şeklinde anlatıma alınır ve özelliği ise, anlatanın muhakkak «ah!» ile göz yaşı döker olmasıdır.
Ağıt, çocuğa; ölen babasının kişiliğini işlemek isteyen annesinin, babaannesinin, görüş-bilgi ve hırsını, baba kişiliğinden daha önce ve daha tesirli olarak işler...
Ağıt, çocuğu; munis - soğukkanlı - tatlı dilli ve becerikli yaptığı gibi, somurtkan - kindar ve hayıfçı olarak da işler.
Karadeniz boylarındaki Kan Davaları, ağıtla beslenir.
Oğul oğul yâr oğul
Sana sözüm var oğul
Baba kanın yerlerde
Kaldır bitsin ar oğul
diyen ana, oğlunun körpe dimağına, babasını vuran kişi ve kişilerin behemhal vurulması gerektiğini sokmaktadır.
Sonra ağıt hep ölen kimseler ardından söylenecek diye de bir olgu ve vurgu yoktur.
Pekâlâ, yaşayan kişiler ardından da ağıt yakılır. Meselâ daha genç yaşında, görünmez bir kazaya uğrayıp sakat kalan genç kız ve delikanlılar için de sızlar yürekler.
Koç gibiydi denir
Kökü sökerdi denir
Örs gibiydi denir
Ayın ondördü gibiydi denir
Herhangi bir sebepten mütevellit, aklî muvazenesini kaybeden kişiler için de:
Şeytandan akıllı
Meleklerden cebbar
Prenslerden kibardı denir...
Ağıt, bizatihi yaşayan kimselerce, kendi özgeçmişleri için dahi yakılır...
Meselâ : Görele'nin Gülef köyünden, söz ozanı Arif Arslan,
Oğlum oldu gülüm oldu
Evlendirdi elin oldu
Kızım oldu sızım oldu
Emsal ettim kuşum oldu
Uç uç dedim komşum oldu
derken, çoluk - çocuğu için geçmişteki ecirlerini dile getirmektedir...
Ve gene aynı ozan, istikbal için de ağıt yakmaktadır. Oğluna seslenmektedir :
Oğul oğul dinle beni
Sen gemizsen ben yelkeni
Alma garının dulunu
Görme parasını pulunu
Tarlayı düz al oğul
Garıyı gız al oğul
ve devamla:
Şu dünyaya geldim geleli
Koymadım başıma bir taç
Ne eyriden tok gördüm
Ne doğrudan bir tek aç
diyerek, ağıt'ı tavsiye ve tenvir işlevi olarak kullanmaktadır...
Netice de, ağıt'ı Folklor'un en güçlü ve çok yanlı bir öge'si olarak, köy düğünlerinde «damat ortaya gelmesi» gibi ortaya getirip, traş sandalyesine oturtarak güzelleştirip, tek cümleyle bilimci Folkloristlere teslim etmek istersek diyebiliriz ki:
Ağıt, aidiyeti içinde bulunduğu tekmil Folklorik kuramları Sosyoloji içine bina ettiğinden, sözlük yazarlarımızın dediği gibi, ölü arkasından söylenen türküler değildir sade... Ölü arkasından, ölünün evinde yani cenaze günü söylenen sözler, olsa olsa, Mr. Freud ve Mr. Blüher'in de dedikleri gibi, şuur altındaki cinsel kaynaşımın, kollektif yaşantıya aşkettiği sitemkâr şamarıdır...
Bkz. Halay 4 (1983) 30: 17-18
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder