Ramazan Çakıroğlu |
Başmühendis Önder, genç denecek yaşta kanserden öldüğünde de çalıştığı maden ocağının önündeki meydana getirilen cenazesine katılanları, dağ taş almamıştı. Bu eski dostum da oğluna, 'gerçek bir önder' olsun diye, esinlenip ona 'Önder' adını vermişti. Bizim Önder, başmühendis gibi okumamış, futbol sevdası için, daha lise ikiden öğrenimini terk etmişti. Erken gelen para, pul, kadın ve şöhret onu epeyce ukalalaştırmış, bilgiç yapmıştı. Futbol yaşamı bitince de, golü atamadığında yuhalayan tribünler gibi, sanki toplum da onu yuhalamış, yaşamın önemli kısmının dışına atıvermişti…
Bizim Önder, aklına ne gelse konuşur, her şeyi herkesten fazla bilirdi. Konu özel de olsa saklama gereği duymazdı. Bu tür konularda hep uyarma gereği duyardım.
Oturduğum çay bahçesinde, beni görür görmez yanıma geldi. Bu sefer onu epeyce telaşlı gördüm. Telaşla birlikte yüzünde, bir sorunun çözüm yolunu bulmanın yansıması vardı. Daha 'selam bile sabah' demeden, "Abi en az, bir buçuk milyon lazım" dedi.
"Ne oldu? Hayırdır? Nedir bu telaş?" demeye kalmadı, olan biteni bir çırpıda anlatıverdi:
"Biliyorsun yengenin hemoroidi var. Burada çok doktorlara gittik. Ağır ameliyat dediler. Kadının sigortası da yok. Çalışıyor, ama kefereler sigortasını yapmadılar. Oyalayıp duruyorlar. Benim de güvencem yok. Yeşil Kartı da gurur meselesi yapıyoruz. Bir arkadaşın vasıtasıyla Ankara'da bir doktor buldum. Adam sadece hemoroid ve varis ameliyatı yapıyormuş. Randevu aldım. On beş- yirmi dakikada da işi bitiriyormuş."
"Kimmiş bu adam? Ankara'da hangi semtteymiş?" dedim.
"Opr. Dr. Yasin Evliyaoğlu. Kocatepe Camisi'nin oralarda bir yerdeymiş. Hastayı bayıltıp, uyutmadan muayenehanede ameliyat yapıyormuş. Abi yanlış anlama, adam sadece g… ve varis doktoru değil. Koskoca operatör. Dindar da bir adammış. Onun ameliyat ettiği hastalarla konuştum. Ameliyat bitince, siğillerle okunan dualar gibi, bir de 'hemoroid duası' okuyormuş."
Bu sefer uyarmaya gerek görmedim. Bıyık altından gülümsediğimi görünce;
"Abi, ben seni biliyorum. Antropolog'sun, inanmazsın böyle şeylere. Araştırman lazım aslında" diyerek, üstü kapalı fırçasını da attıktan sonra sözünü sürdürdü. "Hani siğili nasıl arpayla yazıp, duayla iyileştiriyorlar. Siğilin duası olur da hemoroidin olmaz mı? Bunda tek fark, adam duasını, ameliyattan sonra yapıyormuş. Daha hasta masadan kalkmadan, ameliyat edilen yeri kapatmadan duasını edip, 'tü tü tü" deyip, tükürüp yarım saat sonra da hastayı gönderiyormuş. Hasta da 'hiç hemoroid olmamışa' dönüyormuş."
"Peki, tükürük mü iyeleştiriyormuş" dedim.
"Abi ya, kafa bulma bizimle. İş ciddi. Başka yolum da yok" dedi.
"Sen ne zaman gideceksin?" diye sorduğumda, "Bu cuma abi. Hem hayırlı gündür. Cuma öğleden sonra saat 14.00'de randevu aldım." deyip sözünü sürdürürken, eşi Bilge çıkageldi. Bilge, köy kökenliydi. Annesini babasını tanırım. Onlardan ilkokulda çok başarılı olduğunu hep duyardım. Babası, yoksulluktan liseye kadar okutabilmişti. Ancak, "bu kızı mutlaka üniversite okutun" diyen köy öğretmeni Bilge hoca hanımın adını onda yadigar bırakmıştı. Demek ki adamcağızın gücü bu kadarına yetmişti…
Önder'le Bilge aynı yörenin çocuklarıydı. Yıllar sonra nasıl karşılaşmışlarsa, evlenmişlerdi. Yedi yıla yaklaşan evliliklerinde, henüz çocuk sahibi olamamışlardı. Bilge, özel bir şirketin yönetici sekreterliğini yapıyordu. Önder ise gelip geçici işlerden başını kurtarıp, henüz bir baltaya sap olamamıştı.
"Geçmiş olsun Bilge" dedim,
"Sağ ol hocam, Önder belki sana anlatmıştır. İşte böyle bir dert" dedi.
Artık masanın tek konusu hemoroid'ti. Söz, sözü açtı. Açıldıkça, Bilge içini dökmeye başladı; " Affedersin hocam, çok acı çekiyorum. Ne yesem dokunuyor. Burada doktorlara muayene oldum. Hem meme, hem de çatlak var dediler. Ne yapacağımı şaşırdım. İşyerinden biraz avans aldım. Önder de arkadaşlarından borç bulmuş. Böyle halledeceğiz…"
"Dilerim geçer. Rahat edersin. Bundan sonrası için kendine dikkat et. Fakat bu dua işine sen en diyorsun?" dediğimde, "Dua, mua umurumda değil. Benim acım dinsin de affedersin isterse ıstavroz çıkarsınlar" diye, yüzünü buruşturarak hiddetle konuştu. Sonra; (eliyle koluma vurup, 'ne olur kusura bakma hocam' diyerek) kocası Önder'e döndü;
"Önder, hocanın yanında sormak ta ayıp olacak ama, hadi memeyi alacaklar. Çatlakları ne yaparlar ki? Korkuyorum ya…"
Önder; "Ne yapacaklar kızım? Boya, badana yaparken ne yapıyorlar? Alçıyla sıvıyorlar. Bunu da alçıyla sıvarlar" deyiverdi.
Anladım ki bu tepki, Önderin gerginliğinden kaynaklanıyordu. Sözü çok uzatmadan; "Haydi hayırlısı" deyip, kalktık.
* * *
Aradan iki hafta kadar zaman geçmişti ki, Önderle yine karşılaştım. Çok rahatlamış görünüyordu. "Ne oldu, işi çözdünüz mü? Bilge nasıl?" dedim.
"Abi, çözdük tabi ya. Doktor, tam zamanında, cuma'dan çıkıp geldi. Gerçekten de on beş- yirmi dakika sürmedi bile. Uzaktan da olsa ameliyatı izledim. Bilgeyi, soyar soymaz, doğum masası gibi bir masaya aldılar. Hemşire, üstüne yeşil örtü örttü. Sadece ameliyat edilecek yer, küçük pencere gibi açıkta kaldı. Adam, kendine göre bir yöntem kullanıyormuş. Nasılsa işte…"
Gülerek; "Peki, dua okundu mu?" dedim.
"İşte ben de onu diyecektim. Sen inanmıyorsun. Ameliyat bitmişti ki, yarayı kapatmadan, doktor ellerini açtı, fısıltıyla bir dua okudu, üfledi. Üç defa 'tü tü tü' yaptı. Ve kapattı. Yarım saat dinlendikten sonra, Bilge'yi aldık geldik. Allaha şükürler olsun şimdi çok iyi. Kim hemoroidden dert yansa, o doktoru tavsiye ediyorum."
"Geçmiş olsun Önder, geçmiş olsun. Kendinize mukayyet olun…" deyip, "Kim bilir daha bu toplumda ne Önderler, ne Bilgeler vardır" deyip insanların arasına doğru yürüdüm … [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder