Bu Blogda Ara

23 Ekim 2013 Çarşamba

Ramazan Çakıroğlu: Potin Mevcuttur

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Çocukluğumun kasabası, ahşap-kerpiç karışımından yapılmış evleri, tahta bakkal kepenkleri ve vıcık vıcık çamur akan sokaklarıyla ortaçağdan çıkıp gelmiş gibiydi. Kasabanın aydınlık yüzlü, sevecen imamı, beş vakit ezanı, cami minaresine çıkarak okuduğunda, içimizi nedenini bilmediğimiz bir hüzün kaplardı. Okunan akşam ezanıysa, bu hüzün kat ve kat artardı. Kim bilir, belki de yeni bir günün sona erip, bir gece sürecek olan karanlığın başladığını haber vermesindendi. Sabah ezanların ise Tanrı'nın armağanı sunulur, oldum olası bir yaşama coşkusunu haber verir, herkesi işe güce çağırırdı. Sanki tüm canlı, güne onunla uyanırdı...

Bir gün arada sırada dinleyebildiğimiz radyodan okunur gibi, daha gür bir sesle bir ezan okunduğunu duyduğumda hayli şaşırmıştım. Sadece ben değil, duyan, olduğu yerde dikilip kalıyor, hem ezanı dinliyor, hem de şerefeye çıkan imamı göremiyor ama, sesin yayıldığı hoparlörü seyrediyordu... Bu aynı zamanda ezanın, şerefeden bizzat imam tarafından değil de hoparlör aracılığıyla okunması, "bu caiz midir, değil midir?" tartışmasını açmıştı. Ve bu tartışma yıllarca sürdü.

Bu tartışma sürerken, kasabanın tümüne bir hoparlör sistemi bağlanıverdi. Belli başlı duyurular artık oradan yapılıyor, halkı ilgilendiren konuların duyurulmasında davul çalınıp, tellal tutulmuyordu...

Kasabada hoparlör sisteminin kurulduğu üçüncü kurum ise ortaokuldu. Öğrencilere hitapta, sıraya çağırmada, okulla ilgili uyarıların yapılmasında baş iletişim, bu sistemden olmuştu. Hatta, okulun gür ve dinamik sesli Türkçe öğretmeni ve müdürü Mustafa öğretmen, keyiflendiği günlerde ya İstiklal Marşı'nın sözlerini gümbür gümbür okur:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

...

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın...

diye...

Bu da yetmez, peşinden Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" gelirdi;

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"

...

"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"

...

"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"

"Ezelden beridir hür mü yaşadık, çılgınlar bize zincir vurabildi de şaştık mı? Yoksa yurda alçaklar uğradı mı, uğramadı mı? Uğradı da haberimiz mi olmadı? Bir çiçek dermeden sevgi bağından, huduttan hududa atılmış olanlar ne yaptılar? Şeyhoğlu Satılmışlar, kuru yaprak misali rüzgarın önüne katılmışlar mıdır?" On beş yaşındaki dimağım bunları çözmeme olanak vermediği gibi, ömür boyu da bu soruların yanıtını aramak üzere yola çıkacağım duygusu hep beni meşgul ediyordu...

Doğaldır ki her şey gibi, kasabada yaşanan bu sosyal, kültürel ve teknik değişmelerde bedel istiyordu. Zaman zaman, derinleşen bu bedelleri, günahıyla sevabıyla, eğrisiyle doğrusuyla, hatasıyla, hatasız olan yanıyla, bir yetişkin olarak ya da çocuksu duyguların eşilğinde halkımızın erken uyanan evlatları ödüyordu...

Camide, kasabada ve ortaokulda sesin taşınması ve etkisinin genişlemesiyle başlayan bu değişimle, kasabanın canlanması arasında sanki bir birliktelik vardı. Hayvan pazarı, kayıplar, ölümlerin yanında, okulların kayıt günleri, maden işçilerinin grup değişimleri ve toplanma günleri de bu sistemle duyurulur olmuştu. Bazı duyuruları, yukarıdaki örnekleri gibi daha net anımsamama karşın, Bunlar içinde kulaklarımdan silinmeyen bir tümce vardır ki, hala kendi kendime mırıldanır dururum. Sonu şöyle bitiyordu: "Potin mevcuttur".

Peki, nerede, niçin ve kimin için potin mevcuttu?

Kasabanın pazarı günü, insan kalabalığını örten yine bir duyuru sesi. "Bolu'da bulunan Bilge Maden ocakları... Potin mevcuttur..."

* * *

Kasabanın gürültüsünü, tozunu toprağını, insan selini geride bırakıp, dokuz yerinden yamalı futbol topumuzu alıp, çimenliklere çıktığımızda, bizden büyük bir ağabeyimiz, topu sahaya atarken "Bilge Maden Ocaklarına adam aranıyor. Potin mevcuttur" deyip topa tekmeyi basıverdi. Topun peşinden gitmek yerine, "Potin mevcut ne demek?" dedim. "Hiiiç, çalışmaya gidecek olana potin de veriyorlar da" dedi. "Nasıl yani?" dedim ama o beni "hadi git topunu oyna sen" diye azarlayıverdi...

Oyun boyunca, tüm arkadaşlar, topa her vurduklarında, "potin mevcuttur" diye, işin tadını çıkarmaya çalıştılar...

Oyunumuz bitip, ter içinde nefes nefese oyundan kalan tartışmalar sürerken, hem de evlerimizin bulunduğu köyümüz artık bizi bekliyordu. Zaten, dokuz yamalı topumuz da sona doğru yorgun düşüp, iyice yırtılmıştı...

Yolun yarısına geldiğimizde peşimizden bir atlı yetişti. Bizi görünce yavaşladı;

-Selamünaleyküm gençler...

-Aleykümselam Şefik Başçavuş ...

-Ben Boluya işçi topluyorum. İş elbisesi, yemek ve potin mevcuttur. Sizden gelen olur mu? dedi...

O sırada gözüm, adamın attan aşağıya sarkan ayağındaki siyah boyalı çizmelere, heybeden yukarıya doğru pirinçten yapılmış tutamağı görülen bir bastona takıldı.

Oyuna "Potin mevcuttur" deyip başlayan Canip abi;

-Bilmem ki Şefik Başçavuşum.

-Gel sen, gel... Yeni de evlendin, borcun harcın da vardır. Ben seni kollarım...

Yüzünü yere çevirip, kederli kederli bakıp,

-Evdekilerle bir konuşayım, dedi Canip.

-Konuş, karar ver. Bu Cuma kamyon İstasyondan kalkıyor, deyip atını mahmuzlayıp, toplayacağı işçilerin peşine düştü Şefik Başçavuş...

* * *

O aylarda gitmedi Canip Ağabey. Bazen evde, ahırda, tarlada uzun uzun çalıştı. Bazen bizlerin arasına katılıp top oynadı. Hatta maden ocaklarında verilen potini de anlattı. Eski bir akrabasından yadigâr kalan potinin, burun kısmında, lastik altına konulmuş, ayak tarağını kavrayan, kalıptan bir demir olduğunu da göstermişti. Bu demirin görevi, maden ocaklarında baltayla direk keserken ya da kazayla ayağa ağır bit cisim düştüğünde ayağa zarar vermesini önlemekmiş.

Evlerinde bazı işlerde yardıma çağırdığında da Bolu Maden Ocaklarına, gidip gitmemeyi annesi ve ailesiyle uzunca tartıştı ve konuşmuştu. Maden ocaklarının ne menem bir şey olduğunu o konuşmalar sırasında epeyce öğrenmiş oldum. Annesi Satı kadın, mükellef mağduru Ahmet dayı konuyu çok tartıştılar. Ahmet dayı, konuşmalarında dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu:

-Ben mükellef döneminde kırbaçla çalıştırıldım. Ne b.... Bir yer olduğunu bilirim. Ölüm her an tepende. Ateşnefesi var, göçüğü var, su baskını var. Keşke başka bir iş olsaydı...

Satı kadın;

-Uşak yeni evlendi herif. Harman sonundayız. İş güç yok. Dünya borcumuz var. Elimizde kalan bir çift öküz, iki sığır, beş on tavuk, üç beş çuval buğday mısır. Ne yer, ne içeriz bu kış? Alacaklılar da alacağını isteyecek elbette...

* * *

Eylül ayında, okula döndüğümde, bir gün, bir teneffüste Canip ağabeyi, arkası tahta baraka gibi kapatılmış, 14 AP .... yazan bir kamyona binerken, istasyonun önünde gördüm. Yanımdaki arkadaşımla hemen kamyona doğru yürüdüm. Onun yanında akranlarından on beş yirmi kişi daha vardı. Çoğunun üzerlerinde annelerinin ya da eşlerinin yıkadığı beyaz göynekler, ayaklarında Samsun-Emek olarak bilinen kara lastik ayakkabılar vardı. Bu lastikler, EMEK markasıyla da bilinirdi. Önde şoför mahallinin sağında oturan, yanlamasına gördüğüm adam da eski başçavuş Şefik değil miydi?..

Kamyonun arkasında sabit bir merdiven vardı. Merdivenden çıkan, kamyona uzunlamasına yapılmış tahta oturaklara yerleşiyordu. Tahtayla kapatılmış kamyonun yanlarında küçük, sürgülü pencereler vardı...

Kamyonun arkasına vardığımızda, içerideki konuşmalarında şakanın yankıları sezilse de ortalıkta bilinmezliğe gidişin acımtırak havası da vardı. Bu ocaklara daha önce gidip çalışmış olanlar, deneyimin verdiği güçle, biraz daha kendilerinden emin görünüyorlardı...

Canip ağabey bizi görünce, aynı çeviklikle, kamyondan önümüze atlayıverdi.

-Ne haber lan? Ne yapıyorsunuz?

-Hiç abi, okuldayız işte.

-Ben de Bolu Ocaklarına gidiyorum. Hakkınızı helal edin deyip, boynumuza sarıldı.

-Helal olsun abi. Sözü mü olur, dedikten sonra, Canip Ağabey, başını yere eğerek, geriye bakmadan aynı çeviklikle kamyona atlayıverdi. Gözleri mi yaşarmıştı ne?

Bu sıra ortaokulun ders zili ağlarcasına çaldı. Koşup gittik. Yeniden teneffüse çıktığımızda ise kamyonun yerinde yeller esiyordu...

* * *

Ortaokulda, yaklaşan bayramlar ve tatil beklentisi en büyük sevinç kaynağımızdı. Bu sevinç dalgası, daha bir hafta önceden hepimizi sarardı. Bu sefer de önümüzde bir Ramazan Bayramı vardı. Bazı öğretmenlerimiz, dersleri çoktan asmışlardı bile. Memleketi uzak olanlar, trenle veya burunlu otobüslerle, kendilerini Dorukhan Geçidi yokuşuna vurmuşlardı...

Biz öğrencilerdeki heyecan ise daha yüksekti. Bir iki gün sonra arife günü olacak, sonra okulun önünde toplanıp, sıra olacağız. Müdürümüz konuşacak, İstiklal Marşı'nı söyleyip, ay yıldızlı şapkalarımızı kapıp, ipten boşanmış deliler gibi sokaklara akıp, köylerimize ve evlerimize dönmeye az kalmıştı. Neredeyse okulda bu heyecan içinde olmayan yoktu...

Her şey beklediğimiz gibi de oldu. Nerdeyse kopyalanmış gibi. Son dersin zili çalar çalmaz, okulun önünde toplanıldı, sıra olundu, müdürümüz, gür ve mikrofonda çınlayan sesiyle öğüt ve konuşmalarını yaptı. İstiklal Marşı okudun. Ve ipten boşanmış deliler gibi, kasabanın çamurlu sokaklarına aktık...

Yanımda her zamanki en yakın arkadaşımla, tatilde nasıl görüşeceğimizi konuşurken, kasaba hoparlöründen bir duyuru geldi.

"Dikkat, dikkat... Bolu Bilge Maden ocaklarında meydana gelen iş kazasında beş gencimiz hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybedenlerin isimleri şöyledir. Hasan T. Ahmet K. İlyas N. İsmail C. Canip A. Cenazeler öğleden sonra saat ikide Ulu Cami önünde olacaktır. Cenaze sahiplerinin aynı saatte Ulu Cami önünde olmaları rica olunur. Hayatını kaybedenlere Allahtan rahmet, ailelerine başsağlığı ve sabır dileriz..."

Birden bire başımızdan kaynar sular döküldü. O bayram ve tatil coşkusu içimizde acıya döndü. Ne yapacağımızı şaşırdık. En yakın dostum, kardeşim ve arkadaşım Mustafa ile birlikte Ulu Caminin önüne yürüdük. Kara haber tez yayılmıştı. Kasaba eşrafı, Nahiye müdürü ve Karakol Uzatmalısı haberi çoktan almıştı. Bir manga asker, mavzerleriyle birlikte kalabalığın sağındaydı. Arkada yeşil çadırlı cipler ve cemseler vardı. Orta yere masalar konulmuş, birkaç kravatlı adam acı acı sigara içip, olabildiğince sessiz konuşarak dolaşıyor, birkaç katip ise daktilolarını kuruyordu. Çevre köylerden gelen köylüler vardı. Bir kaçı kağnıyla gelmişlerdi. Belli ki cenazeler, kağnılara yüklenecekti. Sanki Ulu Cami önü mahşer yerine dönmüştü...

Çok geçmeden çamurlu sokağın başında kamyon göründü. İçinden, sadece dişleri ve gözlerinin beyazı görünen, üstleri, başları ve derileri simsiyah kömür karası içinde on kadar adam indi. Kalabalık dalgalandı. Jandarma kalabalık ile yazı yazanların ortasına set oldu. Kamyondan ilk tabut indirildi. Kalabalığın arasından, jandarmanın ortasından, kravatlı, daktilolu adamların önüne kondu. Herkesin, "Savcı bey" dediği adam, tabutun kapağını uzatmalıya açtırdı. Uzatmalı kalabalığa seslendi.

-Dört-beş kişi, muhtar veya aza bu tarafa gelsin. Bunu tanıyan var mı?

Hemen dört köylü girdi içeriye. İçlerinden biri;

-Bu Dağyamaç Köyü'nden Ahmet K. dedi.

-Nerden bildin? dedi Savcı.

-Sağ elinin işaret parmağı zaten kesikti. Biz ona parmaksız derdik...

-Yüzü, dedi savcı,

-Yüzü tanınacak halde değil efendim. Kapkara kömür dolmuş zaten.

-Peki yükleyin, dedi savcı. Bağırışlar, yaslar, çığlıklar arasında o bir kağnıya yüklenirken, kalabalığın kıyısında canhıraş çığlıklarla Satı kadın belirdi. Kamyonun içinde üst üste konulan diğer tabutlar da indirildi. Tek, tek hepsi açıldı. Yakınları teşhis için çağırıldı. Savcı, en son Satı kadına döndü:

-Tanıyabildin mi? dedi,

Satı kadın yeri göğü yıkmaya devam ediyordu:

-Yavrumu, tanımaz mıyım? Sırma saçlarının uzunluğundan tanıdım. Yüzünden tanıdım. Kokusundan tanıdım. Ocaklar yavrumun kokusunu silememiş. Canibim ne hallere gelmiş? Dört kuruş para için düştü yavrum yollara. Kendi ellerimle yolladım onu...

Satı kadın böyle çırpınırken, henüz iki yıllık evli olan, Canibin eşi ise kendini çamurun içine bırakmış, elindeki ağaç değnekle, çamurun üzerine anlaşılmaz şekiller çiziyordu. Belli ki kendisini kaybetmişti. Ahmet Dayı ise, acıdan ve ağlamaktan çömeldiği duvarın dibinde bir kirpi gibi büzülüp kalmıştı. Bir kıpırtı bile yoktu...

Bizim de gözümüz tahtadan seyrekçe çakılmış tabutların içindeydi. Ben tanımakta zorluk çekmedim. Canip ağabey, simsiyah olmuş yüzünün üzerinde acı bir tebessümle kalmıştı. Tabutun içinde ayağındaki bir çift kara lastikten biri çıkmıştı. Diğeri, ne ayağında vardı, ne tabutun içinde. Ayağında, belinde kemer yerine iple bağlanmış yamalı bir pantolon, üzerinde ise nakışının rengi bile belli olmayan keten bir göynek, tüm gövdesine yapışmıştı...

Kara lastik ayakkabıları eline alan, Satı kadın, hem ağlamaya hem de ağlarken konuşmaya var gücüyle devam ediyordu:

-Hani potin vereceklerdi. Hani elbise, potin mevcuttu? Nerde potin? Nerde elbise? Tabutundan lastiğinin teki çıktı. Sırtından gelinin diktiği göynek çıktı. Bubacuğuna bir çift potin bile bırakamadı. Garibin Allah'ından başka kimsesi yok mu?

Oradan ayrıldıktan sonra, arkadaşımla bir süre konuşamadan yürüdük, yürüdük ve ansızın durduk. Arkadaşım yüzüme baktı. Ve nihayet bir çift söz etti:

-Ne biçim ölüm lan bu?

-Neden? dedim.

-S..........m potinine, elbisesine. Potin mevcutmuş. Elbise, potin deyip, dört kuruş için insanları ölüme çağırıyorlar, onu bile vermeden, ölüsünü geri yolluyorlar... [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder