Ramazan Çakıroğlu |
Arada da yıllar ve on yıllar uçup gitmişti. Zaman arasına sıkışan, doğumlar yaşamı yenilemiş, ölümler ise buruklaştırmıştı. Bense, onun çocukluğunu zar zor anımsıyordum. O anlattıkça, hatırlıyor gibi oluyordum. Bir türlü, ortak bir anı da aklıma gelmiyordu. "Demek ki anlattıkları doğru" deyip, babasına olan saygıma da kusur etmek istemiyordum…
Candaş'la bu düşünceler içinde karşılaşmıştık. Karşılaşmıştık ama, sanki yerine oturmayan bir şeyler vardı. Kadınlara yaklaşımı rahatsız edici derecedeydi. Biraz alımlı bir kadın görmesin, hemen horoz gibi, gidip başına dikiliyor, yapmadığı şaklabanlık kalmıyordu. Piyasa büyümesi olduğu için de her şeyden ve her işten anlıyor, ne dersen hemen konunun önüne dolanıyor, iki puanı da alıyordu…
Çok temiz giyiniyordu. Giydiği kerataya yakışıyordu da. İki metreye yakın boya ne giysen yakışmaz!. Ayrıca; eşinden ayrı yaşadığı halde bu kadar temiz giyinebilme becerisine şaşmıştım doğrusu…
Bir hafta sonu Çukurova'dan Ankara'ya gitmem gerekti. Hafta sonu otobüse bilet almaya giderken, karşılaştım. "Abi, benim de Ankara'ya gitmem lazım. Senin arabayla gidelim. Otobüslerde sürünmeye değmez. Yolculuk paylaşmak demek" dedi… Ben de kör bir memur maaşının yakıta ve yola yetmeyeceğini çok iyi biliyordum. Bir çok nedene dayalı olarak, yoldaş bulmanın ve iyi kötü yakıt masrafını paylaşacak olmanın keyfiyle "hayır" diyemedim. Hiç olmazsa, bagaja da Ankara'dan alacağım kitaplarımı sere serpe atardım.
Yarın ki sabah saat 06.00'da Baraj Yolu'nda buluşup, yola düşüverdik. Otobana girdiğimizde ise muhabbet daha da derinleşti. Samsun'da bir fabrikaya ortak olduğunu, onun Adana'daki işlerini takip etmek için burada bulunduğunu, (doğruysa) makine mühendisi olmanın sağladığı avantajları anlatıp durdu. Arada, kazançlarından ve maddi sıkıntılarından iç içe söz etti. "Çok değil, önümüzdeki hafta sonu, sadece kârı, iki yüz seksen bin YTL hak ediş alacağız" dediğinde inanamadım…
Pozantı'ya geldiğimizde; "Abi, şurada çok güzel kahvaltı veren bir yer var. Bir tek kuş sütü eksiktir. Balı ve tereyağı meşhurdur. Kahvaltı yapalım" dedi. Hemen mola verip, mükellef ve uzun süren bir kahvaltı yaptık. Gerçekten yok, yoktu. İnansın aklına ne gelirse, açık büfede sınırsız ve birinci sınıftı…
Kalktık. Hesabı istedim. Garson "Kırk YTL" dedi. Cebimden otuz lira çıktı. "Bir onluğun var mı Candaş?" dedim. "Abi, bozuk yok ya. Sonra telafi ederiz." deyince, yeni bir yüzlük bozdurup ödemeyi yaptığımda, hani destek istediğime de pişman olmadım değil…
Arabamıza yerleştik. Kahvaltıdan söz açtı. "Burası çok harika bir yerdir. Evde çay yap, yumurta kaynat, sofra kur, topla… Değer mi be Abi? Çok iyi ettik. İnşallah memnun kalmışsındır" dedi…
Ben de "değmez" dedim…
* * *
Pozantı'dan yukarı bir çırpıda güzelim Anadolu platosuna tırmandık. Ulukışla'yı geçtikten sonra muhabbet yeniden koyulaştı. Baba mirası arabam çok hoşuna gitmişti. İlk çıktığında bu arabanın kırmızısını özel olarak ithal ettirtmiş. "Olacaksa böyle olsun. Külüstürle uğraşmaya değer mi be Abi?" dedi…
Çok geçmeden Aksaray'a gelmiştik. "Abi, öğle olmak üzere. Hani, yakıt falan. Bir de yemek yeriz" dedi. "Zaten planım o Candaş. Merak etme" dediğimde, direksiyonu temizliğiyle meşhur bir mola yerine kırıverdim…
Yemekler yendi. Hesabı istedik. "Elli YTL" yazmış garson fişe. Fakat Candaş'ın, birden cebime bir şey sıkıştırdığını hissettim. Hesabı ödemiştim nasıl olsa. Çıkarıp bakamadım. Benzin almak için arabayı yakıt yerine çektim. Depoyu tamamlattım. Yüz YTL'lik benzin koydurdum. Ödeme yaparken, elime Candaş'ın cebime sıkıştırdığı şey de geldi. Baktım ki bir "onluk"tu!.. Doğrusu buna sevindim…
Aksaray'ı geçtik. Candaş yemeği de çok beğenmişti. "Şimdi köhne bir yerde köfte yesen, insanın midesi bozulur. İşin yoksa yollarda cır cır öt. Değer mi be Abi?" dedi… Koçhisar'a doğru yaklaşırken, baktım sağ taraftan bir horultu geliyor. Candaş derin bir uykuya dalmış, kasislerde başı öne düştükte sayıklıyordu…
* * *
Ankara Gölbaşı'na yaklaşırken uyandı. Esnerken, "Bir çay içip kendimize gelsek" dedi. Temizce bir yerde durduk. Göle karşı, çaylar da gerçekten iyi gelmişti. Ben tuvalete gittiğimde iki çay, çoktan ödenmişti. Moladan sonra, "Abi seni iyi ki arabayla gelmeye ikna etmişim. Otobüslerde sürünmeye değer miydi?" Dedi…
"Değmez Candaş, değmez" dedim…
* * *
Ankara'ya indiğimizde, "Beni bizim şirkete yakın bir benzincide bırakıver. Akşamüstü telefonlaşırız" deyip, arkasına bakmadan çekti gitti. Arkasından bakarken, "Nerde bizim rahmetli Şevkat, nerde bu?" demeden kendimi alamadım. Adamın tüm felsefesi, 'değer mi, değmez mi" üzerine kuruluydu…
Akşama kadar uğranacak yerlere uğradım. Alışverişimi yaptım. İstediğim tüm kitaplarımı da kitapçımdan buldum. İşim bitmişti. 'Bundan iyisi, Şam'da kayısı' deyip bizim kurumun misafirhane olarak kullandığı dairesine gidip, biraz kestireyim dedim. Epeyce uyumuş olmalıyım ki, cep telefonum cayır cayır çalıyor. Baktım Candaş. Uykunun sersemliğiyle; "Ne zaman ve nerede buluşuyoruz Candaş?" diyebildim. "Abi, ben bu akşam dönemiyorum. Bizim ortakla yarın sabahtan döneceğiz. Sen kusura bakma" deyince, anladım ki yalnız döneceğim. Ve öyle de yaptım.
Fakat durup dururken, yolun bana çıkarttığı ve otobüsten altı kat fazlaya mal olan bütçe deliğini birkaç ayda kapatamazdım…
* * *
Aradan birkaç ay geçmişti ki, bir gün işyerime çıkageldi. Çay kahve içtik. Bazı davranışlarında uyarma gereği gördüysem de vukuatsız ziyareti tamamlatabildim. Ayrılmak üzereyken, "Abi, senin de çocuklar memlekette. Nasıl olsa geri gelmeyecekler. Bekar da yaşıyorsun. Evin yarısı boş. Sadece salonu ben kullansam olmaz mı? Ödemeleri de paylaşırız" deyince, eski deneyime dayanarak "düşünmem lazım" deyip zaman istedim. Aradan haftalar geçtikten sonra aynı isteğini tekrarladı. Birkaç aylığına Çukurova'dan ayrılacağını, eşyaları bile bıraksa, müteşekkir kalacağını anlattı. "Babasının hatırı" dedik ve kıramadık. Sıkı sıkıya da tembih ettim. "Sakın eve kız arkadaş falan getirme" diye…
Bir ara beş günlük bir kongreden gecenin saat ikisinde döndüm. Baktım ki bizim evin önünde hiç görmediğim jeep'ler var. İçime kurt düştüyse de oralı olmadım. Eve girdiğimde ne göreyim? Candaş'ın yanında üç kişi daha vardı. İki kadın ve bir bay olmak üzere. Duman altı olan salonda hepsinin de kelli-felli'liği anlaşılıyordu.. Dördü de sarhoştular. Önce bay olanı tanıştırdı. "Abi, bizim fabrika müdürü. Bunlar da bizim arkadaşlar. Bize yemek getirdiler" dedi. Mutfağa geçtiğimde, gerçekten her yer yemek doluydu. Bu bekar evinde, hiç bu kadar yemek bir arada olmamıştı…
Kenara çekip; "Yapma böyle Candaş" diyecek oldum. "Abi, yemek getirdi kızlar. Restaurantta yemeye değer mi? Dünyanın parası. Yanlış anlama" dedi. "Haklısın Candaş" diyebildim…
* * *
Sonra, Candaş aylarca ortalıkta görünmedi. Hiçbir ödemeye de katılamadı. Aldığı o lüks eşyalar evde duruyordu. Bir gün eve bir davetiye geldi. Ankara'nın en lüks otellerinden birinde oğlunun sünnet düğünü varmış. Özel olarak not düşmüş. "Abi, ödemelere katılamadım. Eşyalar sende kalsın. Alacaklara sayıver. Ama mutlaka sünnete gel" diye. Ben de birkaç işimi bir araya getirip, Ankara'ya gittim. Otelin kapısında karşıladı. "Biliyorsun eşimle ayrı yaşıyoruz. O burada sünnete razı olmadı. Öğretmen milleti, dar düşünüyor kardeşim. Değer mi parkta, bahçede uğraşmaya" dedi… Gecenin sonuna doğru herkes yavaş yavaş çekiliyordu. Ayrı yaşadığı eşi, kayınbiraderi, ben ve tanımadığım birkaç kişi kalmıştı. Birden ortalık karıştı. "Mali polis geldi" dediler. Dağ gibi Candaş'ı kaşla göz arasında kelepçeleyiverdiler. Eşinin, bayılarak yana doğru süzüldüğünü gördüm. Onu götürüyorlardı. Başı öne düşmüştü. "Değer mi be Candaş?" diyebildim…
Oradan nasıl ayrıldığımı hala anımsayamıyorum. Bir anımsayabilsem… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder