(14 Nisan 2009)
Bu Toplantıya Katılan Büyük Saygı Duyduğum Sayın Komutanlarım,
Değerli Silah Arkadaşlarım,
Değerli Konuklar,
Harp Akademilerimizin Değerli Komutan, Öğretim Elemanı, Müdavim, Öğrenci Subay ve Çalışanları,
Basınımızın Çok Değerli Mensupları,
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyor, iyi günler diliyorum.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yarınlarına yön verecek liderlerinin yetiştiği, güzide eğitim kurumlarımızdan biri olan Harp Akademilerimizde, sizlere hitap etmenin benim için ayrı bir mutluluk ve gurur vesilesi olduğunu belirtmek istiyorum.
Bugün burada yapacağım konuşmamda güncel konulara fazla girmeden, son yıllarda sık sık gündeme getirilen sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağım. Güncel konulara ve bu konuşmada değinemeyeceğim diğer konulara ilişkin görüşlerimi önümüzdeki hafta yapmayı planladığım Basın Toplantısında sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Sivil-asker ilişkileri hemen hemen her ülkede üzerinde sıkça tartışılan, her zaman güncelliğini koruyan fakat, özü pek anlaşılmayan konuların başında gelmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, demokrasi, liberal ekonomi ve refah toplumu tartışmaları gündemimizde daha fazla yer almaktadır. Öte yandan millî güvenlik kavramı genişlerken; tehditler ve riskler de çeşitlenmiştir. Bu gelişmeler, sivil-asker ilişkileri konusunun farklı boyutlarda tartışılmasına neden olmaktadır. Konu, siyaset bilimi literatüründe de farklı düzeylerde ve farklı yaklaşımlarla ele alınarak tartışılmaktadır. Sivil-asker ilişkileri üzerinde oluşan akademik literatürde Samuel HUNTINGTON, Morris JANOWITZ ve Eliot COHEN gibi klasik realist düşünürlerin yanı sıra liberal teori ve yapısalcı akımların da etkisi görülmektedir. Akademik anlamda da, bilim adamları, düşünürler ve bu işin profesyonelleri arasında çeşitli uzlaşmazlık alanları mevcuttur.
Sivil-asker ilişkilerini daha sağlıklı değerlendirebilmek için öncelikle askerlik mesleğinin ne olduğunu anlamak gerekir.
Askerlik, tabi ki profesyonel bir meslektir. Her profesyonel meslek gibi, askerlik büyük deneyime, yüksek mesleki ölçülere sahip olmayı gerektirir. Fakat askerî profesyonellik, Weberian bürokratik yapılanma ve iş dünyasındaki yönetişim yapılanmalarındaki profesyonellikten farklıdır. Askerliği diğer profesyonel mesleklerden ayıran temel farklılıkların başında, askerlikte maddi gereksinimlerin önceliğinin daha az oluşu ve askerliğin bir meslekten ziyade adeta bir yaşam biçimi oluşudur.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Sivil-asker ilişkileri ve askerlik üzerine yazılmış kitapların içerisinde ayrı bir yeri olan "Asker ve Devlet" başlıklı eserinde HUNTINGTON, askerliğin profesyonel bir meslek oluşunu üç temel esasa dayandırır:[1]
Birincisi; uzun süreli eğitim/öğretim ve tecrübe sonucunda uzman olunması ve teori ile pratiğin bir arada bulunmasıdır.
İkincisi; icra edilen vazifenin toplumun yaşam ve güvenliği için gerekli ve hayati öneme sahip olmasıdır.
Üçüncüsü; icra edilen vazifenin aynı duyguları paylaşan kişilerden oluşan bir birlik içinde, kendilerini bu grubun bir parçası olarak görenler tarafından yerine getirilmesidir.
Askerlikte sadece yeterlilik değil, etkinlik ve topluma yararlılık da öne çıkar. Askerliğin ve silahlı kuvvetlerin ulusal yapılar içindeki önemi bu noktada düğümlendiği için konu çok önem taşımaktadır. Toplumsal yarar ve ortaya çıkardıkları toplumsal iyi, bugün de farklı modeller içinde, ama değişmez bir ilke olarak geçerliliğini korumaktadır.
Toplumların dönüşümünde, modernleşmede asker daima öncü olmuştur. Silahlı kuvvetler aynı zamanda teknoloji demektir. Teknoloji alanlarında sağlanan ilerlemeler çoğu zaman silahlı kuvvetler bünyesinde kendini gösterir. Bu teknolojik gelişmelerin toplumsallaştırılması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, silahlı kuvvetlerin bu yoldaki öncülüğü ile olur.
Silahlı Kuvvetlerde etik/ahlaki değerler çok önemlidir. Etik/ahlaki değerlerin içerisinde askerin ve üniformasının şerefi ve onuru her şeyin üzerindedir.
Askerliğin şerefi, toplumun yaşam ve güvenliği için hayati sorumluluğa sahip olunmasından gelmektedir.
Askerlikte güven ve itimat ilişkisi de çok önemlidir. Bu ilişki ise üç boyutludur.Bunlar:
- Toplumun güven ve itimadına sahip olma.
- Sivil ve askerî liderlerin güven ve itimadına sahip olma.
- Ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma.
Elbette bunların içinde en önemli olanı, askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesidir.
Toplumun bu mesleği icra edenlerin bilgisine ve uygulamalarına güven ve itimat duyması hayatidir. Aslında bir kurumun güvenilirliği, güvene layık oluşu; kurumun sorumluluğu ile etkinliğine ilişkin değerlendirmelere dayanır. Silahlı kuvvetlerin halkın vergisiyle oluşturulduğu da unutulmamalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri yapılan anketlerde, her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer almaktadır. Bu sonuç nasıl oluşmaktadır? Söz konusu sarsılmaz güven duygusunun nedenlerini ulusumuzun tarih içerisinde şekillenen kolektif belleğinde bulabilirsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri, ulusumuzun güvenine mazhar olmuştur çünkü ülkemizin riskler ve fırsatlarla dolu jeopolitiğinde hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak güvenliği sağlamaktadır. Aynı zamanda, Türk Silahlı Kuvvetleri hızla dönüşen sosyal, ekonomik ve siyasal yapının toplumda yarattığı güven arayışına da cevap verebilmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri "millete hizmet etmek" ortak amacı için vardır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Bu noktada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşıma dikkat çekmek istiyorum.
Bu arada, MONTESQUEI'nun "Kanunların Ruhu Üzerine" adlı başyapıtının ön sözünde, ön yargıyı: "Bazı şeyleri bilmemek değil, kendi kendini bilmemek" şeklinde tanımladığını da hatırlatmak isterim.
Bahsettiğim önyargılı yaklaşımlardan birincisi, demokratlık kisvesi altında Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sistematik muhalefet yapılması demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu çoğulculukla ifade edilebilecek veya açıklanabilecek bir husus değildir. Aynı şekilde Silahlı Kuvvetleri, demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal bir boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.
İkincisi ise, toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini din karşıtı olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır. Ancak, toplumumuzun mütedeyyin kesimleri bu propagandaya itibar etmemektedir. Ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Çünkü bu asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir. Aynı hassasiyetlere sahiptir. Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir.
Sivil-asker ilişkileri kapsamında sivil ve askerî liderler arasındaki güven ve itimat da büyük öneme sahiptir.
Her ülkede karar mekanizmalarının nasıl işleyeceği, asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır. Bu hususta, siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyici özelliğe sahiptir. Bu nedenle, sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir.
Eliot COHEN, sivil ve asker ilişkilerini eşit olmayanlar arasındaki bir diyalog olarak tanımlamaktadır.[2] Bu ilişkide elbette sivil liderler gerçek güce, otoriteye sahiptir. Ancak sivil otoritenin askerî konulara müdahalesinde, tespit edilmiş katı prensiplerden ziyade sağduyulu davranışlar öne çıkmalıdır. Tabi, COHEN'i bu noktaya getiren düşünce de askerlik mesleğinin, profesyonel bir meslek oluşundan ileri gelmektedir.
Sivil-asker ilişkisi, elbette yasalarla çizilen sınırlar içinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır.
Yine HUNTINGTON'a göre, silahlı kuvvetler üzerinde sivil otoriteye en sağlıklı ve en etkin kontrolü sağlayan norm, "objektif kontrol"dur.[3] Objektif kontrol ise, askerlik mesleğinin profesyonel yeteneğinin artırılması ve askerlerin politikadan uzaklaştırılması ile sağlanır. Bunun doğal neticesi olarak da askerlere kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi verilmelidir. Elbette bu otonominin boyutları yasalarla belirlenmelidir. Ancak bu durum, kurumun gizlilik ihtiyaçları gözetilirken kurumun saydam olmasına da engel teşkil etmemelidir.
Günümüzde ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma hususu daha fazla önem kazanmıştır. Bunun için üstlerin astları ile çok iyi iletişim içinde olmaları, karar öncesi onların düşünce ve tekliflerini dinlemeleri ve uygun olan hususları dikkate almaları zorunludur. Silahlı Kuvvetlerde üstler, astlarının güven ve itimadına zarar verebilecek davranışlarda bulunmamaya özen göstermelidirler.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Sivil-asker ilişkilerinde, askerî liderlerin sorumlulukları çok önemlidir.
HUNTINGTON'a göre askerî liderlerin üç temel sorumluluğu vardır.[4] Bunlar:
- Devlet yapılanması içinde, askerî güvenlik ihtiyaçlarının tespit edilmesi ve ilgili makamlara iletilmesi,
- Yine güvenliği ilgilendiren konularda, muhtemel hareket tarzlarının askerî açıdan incelenerek, karar mekanizmasındaki yetkili siyasi makamlara tekliflerde bulunulması, danışmanlık yapılması,
- Yetkili siyasi makamlar tarafından alınan kararların icra edilmesidir.
Güvenliğe ilişkin ihtiyaçların tespitinin, bu konuda öğretim, eğitim görmüş ve tecrübeye sahip askerler tarafından yapılması doğaldır. Güvenliği ilgilendiren konularda danışmanlık yapılması hususuna gelince, bazen bu konu üzerinde doğru olmayan değerlendirmeler de yapılmaktadır. Denilmektedir ki: "Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter." Bu görüş, pek doğru değildir. 2003'teki İkinci Irak Savaşı süresince ABD'de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.
Nitekim bu durum, Irak Çalışma Grubunun 2006 yılında hazırlamış olduğu raporda dile getirilmiştir:
"Askerler, samimi olarak profesyonel tavsiyelerini yaparlarken, şu anlayışa da sahiptirler. Yaptıkları tavsiyeler, teklifler dinlenecek ve değer verilecektir."[5]
Sivil-asker ilişkilerinde bu husus, ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi için önemlidir.
Buna rağmen denilebilir ki, karar siyasi makamlara aittir. Elbette bu husus doğrudur. Ancak, samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınmaması durumunda, ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu da büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasi makamlara aittir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinde sivil-asker ilişkilerinde sorumluluğa haiz askerî liderler konusuna gelince; Genelkurmay Başkanı Anayasanın 117'nci Maddesine göre; Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Dolayısıyla, sivil-asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili ve sorumlu makam Genelkurmay Başkanıdır. Genelkurmay Başkanının, biraz önce ifade edilen üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askerî makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.
Türkiye'de sivil-asker ilişkilerinin yürütüldüğü diğer anayasal platform da Millî Güvenlik Kuruludur. Millî Güvenlik Kurulunun asker üyeleri, kurul üyesi olarak görev ve sorumluluklarını, bu anayasal platformda serbest olarak yerine getirirler. Anayasal bir kurum olan Millî Güvenlik Kurulunun gerekliliğini, yetki ve sorumluluklarını sorgulayanlara ilgili yasaları bir kere daha dikkatle okumalarını öneririm. Ayrıca, bu konuda, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı OBAMA'nın Millî Güvenlik Danışmanı (E) Org. J. JONES'ın Washington Post'ta çıkan yazısı ve Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmanın metni de son derece yararlı olabilir.
Askerlik mesleği, bir profesyonel meslek olarak, mesleğin temel etik/ahlaki değerlerini korurken, yeni ihtiyaçlara ve farklı koşullara uyabilme niteliğine de sahip olmak zorundadır.
Elbette dün olduğu gibi, bugün de Türk Silahlı Kuvvetleri vazifesini Anayasa'da ifade edilen Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı olarak yürütmeye devam edecektir. Demokrasi, laiklik, sosyal ve hukuk devleti olmak, bunlar vazgeçilmez unsurlardır.
21'inci yüzyılın şartlarına ve ihtiyaçlarına Silahlı Kuvvetlerin daha etkinlikle cevap verebilmesi için üzerinde önemle durulması gereken bazı hususlar şunlar olabilir:
- Silahlı Kuvvetlerdeki bütün personelin sahip olması gereken; dürüstlük, sadakat, disiplin, cesaret, sorgulama ile anlama gücü ve fiziki uygun şartlara her zaman sahip olunması gibi nitelikler bugün de önemini korumaktadır.
- Bugün, Silahlı Kuvvetlerin genel faaliyetlerinde üç temel husus daha da önem kazanmakta ve öne çıkmaktadır. Bunlar; açıklık, sonuçlara odaklanma ve sorumluluklardır.
- Açıklık; iş birliğini, ilişkilerde dürüstlüğü ve karşılıklı güven ve itimadı zorunlu kılmaktadır.
Sonuçlara odaklanma ise; yaratıcılığa, inisiyatif tanımaya ve açık ve net olmaya bağlıdır.
Sorumluluk ise; sorumluluğu devretmeden görev ve yetkilerin verilmesini ve görevlerin yerine getirilmesine fazla müdahale edilmemesini içermektedir.
- Günümüzün şartları ve ihtiyaçları Silahlı Kuvvetlerin önemini azaltmamaktadır. Aksine, günümüzün şartları Silahlı Kuvvetlerin millî gücün diğer unsurları ile koordineli ve iş birliği içinde ve kapsamlı bir strateji kapsamında kullanılması konseptinin önemini giderek artırmıştır.
Bu konsepte bugün; "Gayret Birliği" denilmektedir. Bu husus ise askerî liderlerin bilgi alanının daha da genişlemesini zorunlu kılmaktadır.
ABD Başkanı John F.KENNEDY, bir konuşmasında bu konuya şu şekilde açıklık getirmektedir:
"Siz, profesyonel askerler strateji, taktik ve lojistik konuları mutlaka bilmelisiniz. Bunun yanında ekonomi, siyaset, diplomasi ve tarihi de bilmelisiniz. Askerî güç ile ilgili her şeyi bilmelisiniz, bunun yanında askerî gücün limitlerini de bilmelisiniz. Günümüzdeki sorunların, yalnız tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılmayacağını da anlamalısınız."[6]
Sivil-asker ilişkisine bu şekilde değindikten sonra, Anayasa'nın 5'inci Maddesinde yer alan; devletin temel amaç ve görevlerine bakmakta yarar var. Bu madde, devletin temel amaç ve görevlerini:
- Türk milletinin bağımsızlığını, bütünlüğünü,
- Ülkenin bölünmezliğini,
- Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak
- Ve kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak şeklinde belirtmektedir.
Anayasa'nın 5'inci Maddesinde yer alan amaç ve görevler çerçevesinde, özellikle güvenlik boyutu çerçevesinde, konuşmamın bundan sonraki bölümlerinde ise, terör, terörle mücadele ve bölücü terör örgütü ile mücadele konusu ile demokrasi ve laiklik konularına değinmeye çalışacağım.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye, 1970'lerin başından itibaren değişik ideoloji ve amaçlara sahip terör örgütleri ile mücadele etmektedir. Şüphesiz ki; bu terör örgütleri içerisinde ülkemize en fazla zararı veren PKK Bölücü Terör Örgütüdür. Yaklaşık 30 yıldır, Bölücü Terör Örgütü halkımızı hedef alarak, ulus-devlet ve üniter-devlet yapımızı ve demokrasimizi tehdit etmektedir. Bölücü Terör Örgütü, nihai amacını gerçekleştirmek için terörü, etnik bir çatışmaya dönüştürmeye ve etnik çatışmaymış gibi takdim etmeye çabalamaktadır. Ancak, bunu başaramamıştır.
Bölücü Terör Örgütü bugün, faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışmaktadır. Etnik çatışma ile bir terör örgütünün faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışması aynı şey değildir.
Peki, bugün yaşananlar, Bölücü Terör Örgütü ve destekçilerinin iddia ettiği gibi "etnik çatışma" olarak tanımlanabilir mi? Terör ve terörle mücadelenin karmaşıklığının ana nedenlerinden biri de işte bu kavram karmaşasıdır.
Bir yandan, sorunun karmaşıklığı ve kavramların henüz yeterince oturmamış olması, öte yandan da konunun kasıtlı olarak saptırılması, kavram karmaşasına neden olmaktadır. Bunu önlemek için güncel kavramlar olan; etnik çatışma, asimilasyon, entegrasyon, millet, ulus-devlet, kültürel kimlikler ve kültürel özgürlükler kavramlarına açıklık getirmeye çalışacağım.
Bölücü Terör Örgütünün kuruluşunda, Örgüte hâkim olan ideoloji, öncelikli olarak sınıf temelli ve ikincil olarak etnik referanslı, Marksist-Leninst bir ideolojiydi. Örgüt, 1994'ten sonra, Marksist-Leninst ideolojiyi gittikçe geri plana iterken, etnik kimliği ön plana çıkarmıştır. Örgütü bu değişime zorlayan, Soğuk Savaş sonrası döneminin konjonktürel gelişmeleri olmuştur. Soğuk Savaş sonrasında Bölücü Terör Örgütünün benimsediği ideoloji/birincil kimlik geçerliliğini yitirince Örgüt, bütün vurgusunu etnik kimlik üzerine yapmaya başladı. Böylece, terör ve şiddeti kullanarak bir yandan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinde sosyal kontrol sağlamayı, bir yandan da yeknesak bir etnik kimlik inşası gerçekleştirmeyi amaçladı.
Bu strateji değişikliğine rağmen Örgüt, uyguladığı terör ve şiddetle sorunu etnik bir çatışmaya dönüştüremedi. Bu konuyu akademik bir açıdan değerlendirmek istediğimizde, bu alandaki çalışmalarıyla tanınan Sammy SMOOHA ve Theodor HANF'ın, bir ülkenin etnik veya diğer nedenlerle ciddi boyutlarda ayrışmasına ilişkin ifadelerine bakmak yardımcı olabilir.
Onlara göre, bir ülkede ciddi boyutlarda etnik çatışmanın olabilmesi için, ülkede şu ayrışmaların olması gerekir[7]:
- Gruplar arası büyük kültürel farklılıklar,
- Bürokratik kuruluşlarda ve sosyal yapılanmalarda bölünmeler,
- Özellikle siyasal haklarda eşitsizlikler veya diğer tarafa verilen öncelikler
- Ve ülkenin ana konularında farklı görüşler.
Şimdi, Türkiye'deki durumu, ortaya konulan bu faktörler çerçevesinde inceleyelim:
Yüzyıllardan beri, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında bir kültür alış verişi yaşanmıştır. Anadolu coğrafyası, çok hareketli bir sosyal, ekonomik ve kültürel karakteristiğe sahiptir. Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimlerimiz sonucunda farklılıklarımız törpülenirken, ortak paydalarımız ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme ve benzeşme söz konusudur. Dolayısıyla kültürel yaşamımızda farklılıklardan ziyade, ortak noktaların daha çok olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır.
MONTESQUEI, Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisini şöyle ifade etmektedir: "Eğer Cumhuriyette erdem; yasa sevgisi, topluluğa bağlılık ise ve çağdaş bir deyimle vatanseverlik ise, bu son çözümlemede eşitlik anlayışına ulaşır. Cumhuriyet insanların toplulukla ve topluluk içinde yaşadıkları, kendilerini vatandaş hissettikleri bir rejimdir, bu onların kendilerini birbiriyle eşit hissetmeleri ve eşit olmaları anlamına gelir."[8] MONTESQUEI'nun bu düşüncesinin aksini düşünmek ve Türkiye'de aksinin yaşandığını iddia etmek doğru değildir.
Türk Silahlı Kuvvetleri de bu konuda emsalsiz bir örnektir. Her Türk vatandaşı, hiçbir fark gözetilmeksizin Türk Silahlı Kuvvetlerinde Anayasal görev ve hak olan askerlik hizmetini eşit şekilde yerine getirmektedir. Bölücü Terör Örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede, şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı vardır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapısına baktığımız zaman, Edirne'den Hakkari'ye kadar vatanın her köşesinden gelen subay, astsubay, uzman çavuş, er ve erbaşlar ile sivil memurları görebilirsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri için, milletimizin bütün bireyleri, hiçbir fark gözetilmeksizin, çok değerlidir. Bizim ordu yapımızın sağlam oluşunun, millî ordu oluşumuzun temel nedeni budur.
Diğer bir faktör olan siyasal eşitlik konusuna gelince, hiçbir siyasal hak ve görev etnik temelde tanzim edilmemiştir. Birinci Meclis'ten beri, Türk siyasal hayatında tüm vatandaşlarımız, etnik köken ve dinî inanç ayrımı yapılmaksızın eşit siyasal, sosyal hak ve yükümlülüklere sahip olmuştur.
Etnik köken farkına bakılmaksızın her vatandaşımız kanun önünde eşittir. Siyasal alanda bireysel haklarını eşit olarak kullanabilmektedir. Serbest piyasa kurallarının sağladığı fırsat alanlarından faydalanabilmektedirler. Cumhuriyetimizin her bir yurttaşı, giderek daha da güçlenen bir demokrasi, dinamik serbest piyasa ekonomisi ve geniş sosyal devlet hizmetlerinden faydalanabilirken, Türkiye'de bir etnik ayrışmadan söz etmek mümkün değildir.
Chaim KAUFMANN'ın da belirttiği gibi, etnik çatışma ortamlarında etnik grupların güvenlik kaygıları, onları göç yoluyla homojen yaşama alanlarına yönlendirmektedir.[9] Balkanlarda, Kafkaslarda, Irak'ta ve Lübnan'da yaşananlar bu durumun birer örneğidir. Türkiye'de ise tam tersi bir durum söz konusudur. Ülkemizde farklı etnik kökenli vatandaşlarımız arasında ayrık ve homojen yaşam alanları oluşmamıştır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir kısmı ülkemizin batı illerine göç etmiştir. Bu durum, ülkede sorunun nasıl algılandığını göstermektedir. Eğer etnik bir çatışma olsaydı, ne Kürt kökenli vatandaşlarımız batı illerine göç edebilirdi ne de göç alan bölgelerdeki halk bu göçü kolayca kabullenirdi.
Prof. Dr. Metin HEPER, etnik çatışmalar konusunda daha önce ortaya konulan kuramsal modeli, üç safhada özetlemekte ve bu safhaları Türkiye özelinde değerlendirmektedir. Bu safhalar[10]:
- Devletin belirli bazı etnik unsurları zorla asimile etme çabaları,
- Bu unsurların bu çabalara direnmesi,
- Devletin bu unsurların çabalarını bastırması ve asimilasyon çabalarını yoğunlaştırması.
Devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen isyanlar nedeniyle alt/ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak birincil kimliğin önüne geçmesi ihtimaline karşı elbette bazı tedbirler almıştır. Alınan bu tedbirleri asimilasyon politikası olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu tedbirler, ulus-devlet inşası sürecinde gerekli görülen bir takım uygulamalardır. Fakat bu uygulamalarla homojen etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.
Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan zorunlu iskân politikaları bazıları tarafından yanlış değerlendirilmektedir. Eğer devlet asimilasyon politikası uygulamış olsaydı, 1928 yılında, Meclisin çıkardığı bir yasa ile batıya göç ettirilen birçok kişinin, ki aralarında isyancı liderler de vardı, geri dönmelerine izin verilmesini nasıl izah edebilirsiniz? Bu uygulamalar, sistematik asimilasyon amacı güden göç politikaları değildir. Tam tersine bu uygulamalar isyancı liderleri kapsayan, dar kapsamlı, kanun ile hukuki meşruiyeti sağlamış ve göç ettirilenleri ekonomik olarak mağdur etmeksizin yerine getirilmiştir.
Ayrıca, Prof.Dr. Metin HEPER'in de belirttiği üzere, anılan üç aşamalı etnik çatışma modeli Türkiye için geçerli ise, 1938-1984 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edebilirsiniz? Dolayısıyla bu model, Türkiye için geçerli değildir. Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır.
Asimilasyon olmadığına göre özellikle Cumhuriyet döneminde, 1938 yılına kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde meydana gelen isyanların nedenleri nedir?
Bu aslında, bugünü anlamak için de üzerinde iyi düşünülmesi gereken yerinde ve doğru bir sorudur. Konuyla ilgili uzmanların ve akademisyenlerin üzerinde mutabık kaldığı bazı nedenler şunlardır:
- Cumhuriyetin başlattığı modernleşme ve merkezîleşmenin doğal bir sonucu olarak, merkezî bir yönetim biçimine karşı yerel tepkiler,
- Laik devlet düzenine geçişin başlaması ve bu değişikliklerin bölgedeki yerel dinî liderlerin ve şeyhlerin otoritesine olumsuz etki yapması,
- Dış dinamikler ve kışkırtmalar,
- Bölgenin geri kalmışlığı,
- Devletin bazı memurlarının bölge halkına zaman zaman kötü muamelede bulunması.
Sonuç olarak, esas itibarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayaklanmalar etnik temelli değildir.
Türkiye, bazılarının görmek istediği gibi, etnik farklılıkları nedeniyle ayrışmış bir ülke değildir. Vatandaşlarımızın güçlü ve derin bir ortak geçmişi ve umutlu bir geleceği paylaştığını görmekteyiz.
Türk milletinin, bir bütün olarak ülkenin ana ulusal konulara bakışında da büyük farklılıklar yoktur.
2006 yılında yapılan KONDA Toplumsal Yapı Araştırmasında:
"Vatandaşlıktan ne anlıyorsunuz? Vatandaş olmak için sizce en önemli olan husus nedir?" sorusuna, araştırmaya katılanların %82'sinin cevabı şu olmuştur: "Türkiye'yi seviyor olmak."
"Kimliklerinizi özgür bir şekilde ve huzur duyarak yaşayabiliyor musunuz?" sorusuna ise katılanların yine %82'sinin cevabı "Evet" olmuştur.
Bu araştırmaya ilaveten, 2008 yılında yapılan ancak sonuçları henüz kamuoyuna açıklanmayan bir başka araştırma da bu sonuçları teyit etmiştir.
Anadili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: "İmkanınız olsa hangi ülkede yaşamak istersiniz?" sorusuna, katılanların %88'i cevap olarak: "Türkiye'de" cevabını vermiştir.
Anadili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: "Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünün ulusal simgeleri olan İstiklal Marşı ve bayrak ile ilgili" sorulan sorulara, katılanlardan %90'ının üzerinde olumlu yanıtlar alınmıştır.
Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye'de etnik bir çatışmanın hiçbir zaman yaşanmadığını ve yaşanmayacağını da göstermektedir.
Bir ülkenin etnik çatışmaya sürüklenmesi, ülke sathında kardeş kavgasına sürüklenmesi demektir.
Çeşitli iç ve dış çevrelerin, mevcut duruma uluslararası bir boyut da kazandırarak, Türkiye'ye yönelik böyle düşünceleri olabilir. Bu çerçevede, herkes bu tip oyunlara karşı çok dikkatli ve sorumlu davranmak zorundadır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Yeri gelmişken Türk Devrimi ve Modernleşmesi nedir? Neyi içerir? Bu konulara ilişkin bazı tespitlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bir devrimdir. Devrimin amacı ise bir ulus- devletin yaratılmasıdır. Bu düşünceden hareket ederek ATATÜRK, Türk milletini şu şekilde tanımlamıştır:
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir."
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?" Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada - ki burası Türkiye'dir - yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir.
Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, ATATÜRK'ün "Türk milleti" tanımında açıkça yer almaktadır.
ATATÜRK'ün veciz söyleminde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sonsuza kadar yaşatılması ülkü birliğini temsil etmekte olup, bu görev Türk milletine verilmiştir.
Bu tanımda da görüleceği gibi, "Türk milleti" tanımlamasındaki "Türk" sözcüğü bir sıfat olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır.
Aynı şekilde kullanımı, diğer ülkelerde de görmek mümkündür.
Bütün bunlara rağmen bu bütünleyici tanıma ve kavrama, özellikle etnik yüklemeler yapmak, bu kavrama sanal anlamlar vermekten başka bir şey değildir.
Şimdi yeri gelmişken kendimize şu soruları sormamız uygun olur:
"Bu ulus-devlet yapısının ortak değeri ne olacaktır?"
"21'inci yüzyılda ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?"
Ulus-devlet yapısının ortak değerleri aslında Anayasanın 5'inci Maddesinde açıkça yer almaktadır. Yine hatırlamamız gerekirse bu değerler:
- Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak,
- Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamaktır.
"Ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?" sorusunun cevabı çok açıktır: Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik anlayışıyla. Burada ABD Başkanı OBAMA'nın Türkiye ziyareti esnasında yaptığı konuşmalardaki bazı bölümleri hatırlatmakta yarar görüyorum:
"Biz aynı zamanda farklı kökenlerden, ırklardan ve dinlerden gelen, ancak ortak idealler etrafında birleşen bir milletiz."
"Amerika Birleşik Devletleri'nin en güçlü yanlarından biri, bizim son derece büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen, kendimizi bir Hıristiyan, bir Yahudi, bir Müslüman ulus olarak görmememizdir. Biz kendimizi idealler ve değerlerin birbirine bağladığı vatandaşların oluşturduğu bir ulus olarak görüyoruz. Zannederim, modern Türkiye de benzer birtakım prensipler üzerine kuruldu."
OBAMA'nın bu sözlerinin, ulus-devletin ne olduğunu ve ulus-devletlerin bugün için de geçerliliğini koruduğunu anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere iyi bir cevap teşkil ettiğine inanıyorum.
Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik ırk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı "Türk" saymaktır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır.
Kültürel kimlik ise bir bireyin toplumsal ilişkiler ağı içinde kendisini tanımlayabileceğine inandığı özgül kimlik özellikleridir. Kişi toplumsal kimliğini üst/ortak bir kimlik olarak benimseyecek ve kabul edecek, bireysel kültürel kimliğini ise ikincil kimlik olarak ifade edebilecektir.
Vatandaşlığa dayalı milliyetçilik bu anlamda, Türkiye halkını oluşturan değişik dinî ve etnik farklılıklara sahip vatandaşların, topluma entegre edilmesini/olmasını gerektirir.
Entegrasyon, kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamaktır. Entegrasyon, farklılıkları kabullenmek, ancak farklı olanların uyum içinde yaşamalarını sağlamaktır.
Entegrasyon elbette sadece, kimlikler üzerine dayandırılmamalıdır. Asırlarca kader birliği yaptığımız, kederde ve sevinçte ortak olduğumuz bireylerle ortak bir gelecek tasavvurumuz ve ortak değerlerimiz, bizleri birbirimize bağlayacak en büyük neden olmalıdır. İmparatorluğun çöküşüne şahit olmuş Cumhuriyetin kurucu kadroları, İmparatorluğun son iki yüz yıllık acılı tarihinden de etkilenmiştir. Ancak Cumhuriyeti, acılardan beslenmiş intikamcı bir hafıza üzerine kurmamışlardır. Cumhuriyeti ve ulus-devleti kuranlar, etnik veya dinî referanslı bir milliyetçilik anlayışı benimsememişlerdir.
Burada karşı karşıya kalınan diğer bir soru da şudur: İkincil kültürel kimlikler doğrudan doğruya mı tanınacaktır yoksa sadece bireysel seviyede ikincil kültürel özgürlüklerin önünün açılması yeterli midir?
Modern ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine modern ulus-devlet, bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Kültürel alanda bireysel özgürlüklerin önünün açılması, etnik kimliği güçlendirecek bir unsur olarak değil, aksine vatandaşların bireysel özgürlük alanını, yaşam kalitesini ve ülkelerine olan sadakatlerini güçlendirici bir unsur olarak görülmelidir.
Çağdaş demokratik toplumlarda, üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikincil kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikincil kimliklerin, bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.
Aynı durum diğer ulus-devletler için de geçerlidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde, Latin Amerikalılara Devlet resmî söylemlerinde "Latin Amerikalı" olarak değil, "Amerikalı" olarak hitap etmektedir. Aksi şekilde hitap etmek, ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak kimliğe dönüşmesini kabul etmek demektir. Amerika Birleşik Devletleri'nde federatif "birleşik devletler" tanımı, üst/ortak kimliğin dışında bir hâkimiyet alanına izin vermemektedir.
Etnik kimliğin siyasallaştırılması, başka bir ifadeyle siyasal temsil aracı olması, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesi ise, devletle olan siyaset ilişkisinin etnik kimlik üzerinden yapılması demektir. Bu durum ise üst/ortak kimliğin tartışmaya açılması anlamına gelmektedir. Lübnan, Irak ve Balkanlarda hüküm süren istikrarsızlık ve şiddet sarmalı, etnik kimliğin siyasallaştırılmasının ve bir ortak kimlik yaratılamamasının sonucunda yaşanabilecekler için bir örnek teşkil etmektedir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz:
- İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst-kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz. Tarihsel hafızamız, ulusumuzun mutlu ve müreffeh geleceği ve anayasal düzenimizin korunması bunu gerektirmektedir.
- İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması - ki bu grup hakkı olarak tanınması - anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir.
Devlet, ulus-devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha müreffeh, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip olabileceklerine inandırmalıdır.
Bu açıdan devletimiz, tüm yurttaşlarına olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli vatandaşlarımıza "daha müreffeh bir yaşam", "fırsat eşitliğinden daha fazla yararlanabilme" ve "kendilerini her alanda geliştirebilme" imkanlarını sağlamak zorundadır. Ayrıca, bu yurttaşlarımızın "mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının" düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu, devletin asli görevidir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarına düşen görev ise sadakat içinde ülkesini ve milletini sevmektir. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyetin vatandaşı olmak sadece haklar değil, sorumluluklar da içerir.
Ülkeye ve devlete duyulan sadakat çok önemlidir. Ulus-devlet olgusu, vatandaşlarının sadakatine bağlıdır. Ortak bir geleceğe sahip olma isteği ve kararlılığı, en az ortak geçmişe sahip olmak kadar önemlidir. Vatanseverlik, sadakat için de, çok önemli bir olgudur. Ülke sevgisi üzerine bina edilen vatanseverlik, hem akıllı bir sadakat hem de duygusal bir bağlılıktır. Ülke sevgisi de akılcı ve rasyonel temeller üzerinde yükseltilmelidir. Bu açıdan tüm vatandaşların paylaşacağı ortak değerler çok önemlidir. Bu kapsamda, Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin değerlerini sahiplenmek ile tarihî geçmişe ilgi duymak ve geçmişle bağlarını koparmamak birbiri ile çatışmamalıdır.
Dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de bu topraklarda, barış içinde, el ele yaşamamızın engellemesine izin verilmemelidir.
Ancak, unutulmamalıdır ki; her konuyu tartışabilme özgürlüğü devletlerin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içeremez.
Kimse Türkiye'den, ne Türkiye'nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısını zayıflatabilecek ne de Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin değiştirilmesi yönünde isteklerde bulunabilir.
Türk Silahlı Kuvvetleri; ATATÜRK'ün bize emanet ettiği ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye, 1984 yılından beri Bölücü Terör Örgütünün yarattığı terör olaylarıyla iç içe yaşayan bir ülkedir. Bu gerçek, herkes tarafından iyi anlaşılmalıdır.
Öte yandan, iyi anlaşılması gereken bir diğer konu da terörle/terörizmle mücadele ve bölücü terör örgütüyle/teröristle mücadele kavramlarının arasındaki ilişki ve farklılıktır.
Terör, çoğu zaman devlet otoritesine meydan okuma, şiddet ve korku yoluyla toplumu etkileme çabasıdır.
Terörle mücadele; devlet tarafından ve topyekûn şekilde, esas itibarıyla, güvenlik, ekonomik, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dahil), propaganda ve uluslararası alanlarda, birbiriyle paralel ve koordineli olarak yürütülen faaliyetlerdir.Bu faaliyetler birbirini tamamlar. Faaliyetler, bu şekilde yürütülebilirse terörle mücadelenin süreci de kısalır.
Terörle mücadelenin ana hedefi, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı umutlarının yok edilmesidir. Böylece, terörle bir yere varılamayacağı herkese gösterilmiş olur. Bunun sağlanması terör örgütünün etkinliğinin tam olarak kırılmasına bağlıdır. Çünkü, terörizm ile teröristler bir bütünün parçalarıdır.
Terörle mücadele; farklı boyutları olan, uzun soluklu, dinamik, karmaşık ve süreklilik gerektiren bir süreçtir. Mücadele; bütüncül düşünmeyi, şartlardaki değişkenliği analiz etmeyi ve gerekli reaksiyon vermeyi, toplumsal ve yönetsel sabır göstermeyi ve terörün bir araç olarak görülmesi fikrinin kamu vicdanında mahkum edilmesini gerektirir.
Burada diğer bir önemli nokta ise, teröristin görünürlüğü sebebiyle çoğu zaman, sorunun bütününü kavramak yerine sadece terörist odaklı analizler yapılmasıdır. Böyle yaklaşımlar terörle mücadele sürecinin uzamasına neden olabilir.
Terörle mücadelenin ana stratejik prensibi, bu mücadelenin insan odaklı olmasıdır. Mücadele, insanların kalbine ve beynine hitap etmelidir. Bu kapsamda, teröristlerin ve destekleyicilerinin terörle bir yere ulaşabilecekleri yönündeki umutlarının kırılması önemlidir. Ümit duygusunun, gurur ve başarılı olma ile ilişkili olduğu da unutulmamalıdır.
Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer konu da terörist ile masum bölge halkının karıştırılmamasıdır. Terör olaylarının yaşandığı bölgelerde, toplumun bütününü potansiyel terörist olarak görmek ve düşünmek, terörle mücadelede yapılabilecek en büyük hatadır.
Hayati önem taşıyan böyle bir konuda hata yapılmamalı, mücadele bütün zorluklarına rağmen, mevcut hukuki düzen içinde yürütülmelidir.
Bu hususlara dikkat edildiği takdirde, mücadelede halkın tümünün desteği, güvenlik kuvvetlerinin yanında olacaktır.
Yürütülen mücadelede devlet kurumları ile halk arasında sıkı iş birliği sağlanmalıdır. Bunun için de halkı tanımak, halkın değerlerini, geleneklerini ve davranış kalıplarını iyi değerlendirerek, halkla ilişkileri sağlam ve samimi zeminlere oturtmak zorunludur.
Demokrasi, haklar, özgürlükler ve sorumluluklar sistemidir. Ancak, demokrasinin sunduğu fırsat alanlarını kullananlar, bireylerin en temel hakkı olan yaşam hakkını hedef alan terörizm faaliyetlerini, hiçbir nedenle hoş göremez.
Terörist de neticede insandır. Bölücü Terör Örgütüne katılanların, Örgüte neden katıldıklarının tespiti ve bu katılımları engellemek için gerekli tedbirlerin devlet tarafından alınması terörle mücadelede önemli hususlardandır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Yapılan bir araştırmanın sonuçlarında, Örgüte katılımın nedenleri şöyle sıralanmaktadır:
Çocukluğun sevgisiz bir ortamda geçmesi, şiddet kültürünün yaygın olduğu ortamlarda büyüme, yoksulluk, dışlanma duygusu, haksızlıklardan kaçış, şiddetin tek çare olduğuna inanma, eğitimde istenilen imkanların bulunamaması, toplumda bir yer edinme duygusu ve tabi ki en önemlisi de, yapılan etnik temelli propagandalara inanma.
Yine aynı çalışma, örgüte katılanların yaklaşık %70'e yakınının, örgüte 14-20 yaş grubunda iken katıldığını göstermektedir. Çeşitli nedenlerle bu yaş grubunu etkileme kolaydır. Büyük çoğunluğu 14-20 yaş grubunda iken örgüte katılanların neredeyse %80'inin örgütte bulunuş süresi, çeşitli nedenlere dayalı olarak, ortalama 10 yıldır. Bu durum, örgüte katılan teröristlerin ortalama olarak 26 yaşına ulaşamadan güvenlik kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirildiği veya örgütten kaçtığı anlamına gelmektedir.
1984 yılından bugüne kadar, etkisiz hale getirilen terörist sayısı 40.000'i geçmiştir. Bu rakam, bu yolun çıkmaz yol olduğunu göstermektedir. Çeşitli nedenleri istismar ederek gençlerin Örgüte katılmalarını sağlayanların ve destekleyenlerin, aslında onları ölüme gönderdiklerini anlamalarını gerekir.
Çeşitli nedenlerle evlatlarını Örgüte kaptıran ana ve babaların duydukları acıları ve onların içinde bulundukları durumları da düşünmek ve onları anlamak zorundayız.
Bölücü terör örgütü/terörist ile mücadeleye gelince; bu görev, güvenlik kuvvetlerine aittir. Görev, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup, etkisiz hale getirilmesi şeklinde ifade edilebilir. Aslında terörist, kriminal bir suçludur. Teröristlerin, yakalanarak yargı önüne çıkarılmaları istenir. Ancak, teröristlerle sağlanan temasların çoğu zaman çatışmaya dönüştüğü de unutulmamalıdır.
Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede görev alacak güvenlik kuvvetlerinin genel yapısının nasıl olması gerektiği ise, Türkiye'de yine pek iyi anlaşılamayan konulardan birini oluşturmaktadır.
Güvenlik Kuvvetlerinin yapısını etkileyen faktörlerin başında terör tehdidinin nitelikleri ve boyutları gelmektedir.
Bölücü Terör Örgütünün yarattığı tehditler ve riskler oldukça geniş bir yelpazededir. Bunlar, sokak eylemlerinden, meskun mahallerdeki terörist eylemlerine, büyük boyutta kırsal alandaki terörist yapılanmaya ve terörist eylemlere kadar uzanmaktadır. Aslında Örgüt, ağırlıklı olarak, bölgenin zor coğrafi şartlarından istifade ederek, kırsal alanda terörist eylemlerde bulunmak üzere yapılanmış ve eğitilmiş bir örgüttür. Dolayısıyla, bu Örgütün terör eylemlerini, Afganistan'ın bir bölümü dışındaki, diğer ülkelerdeki terör eylemleri ile mukayese edemezsiniz.
Terör tehdidinin coğrafi boyutlarının, özellikle kırsal alanlarda geniş ve zor bir coğrafyaya yayıldığını söyleyebiliriz. Tabi, bu coğrafyaya bir de Irak'ın kuzeyindeki bölgeyi de ilave etmeliyiz.
Bu iki temel husus, yani tehdidin nitelikleri ve boyutları, Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede Kolluk Kuvvetlerinin yetersiz olduğunu göstermektedir.
Bu nedenlerden dolayı; mevcut yasalar çerçevesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölücü terör ile mücadelede vazife ve sorumluluk alması, değişik yasal düzenlemelerle, 1984'ten bugüne kadar süregelmiştir. Bundan sonraki süreçte de tehdidin nitelikleri ve boyutları değişinceye ve Bölücü Terör Örgütü etkisiz hale getirilinceye kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu görev ve sorumluluğu devam edecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri bu vazife ve sorumluluğunu, bölücü terör örgütü ile mücadele etmek için özel olarak teşkilatlanmış ve eğitilmiş birliklerle dört temel görevi yerine getirecek şekilde yürütmektedir. Bunlar:
- Bölgede yaşamakta olan halkımızın öncelikle teröristlerin baskısından korunması, güvenliğinin sağlanması,
- Kırsal alanda, alan hakimiyetinin sağlanması,
- Kırsal alanda, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup etkisiz hale getirilmesi,
- Sınır bölgelerinden giriş ve çıkışların etkin şekilde kontrol altına alınması.
Türk Silahlı Kuvvetleri bu vazife ve sorumluluğunu 1984 yılından beri, azimle, kararlılıkla ve başarı ile sürdürmektedir. Bu uğurda bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin vermiş olduğu şehit sayısı; 4970'tir. Kararlılıkla ve başarı ile sürdürülen bu mücadele neticesinde, Örgüt stratejik savunma aşamasında kalmış, bugüne kadar hiçbir zaman yurt içindeki bir bölgede sürekli denetimi sağlayamamış, dağ kadrosunu denge aşamasına geçirebilecek nitelik ve sayıya ulaştıramamış ve bugüne kadar da 40.000'e yakın personelini kaybetmiştir.
Özellikle; 1994 yılında stratejik savunma safhasından daha ileriye geçemeyeceğini anlayan Örgüt; terör eylemlerine devam ederken, asıl mücadeleyi siyasal alanda yürütme kararını almıştır. Terör Örgütünü strateji değişikliğine zorlayan temel neden güvenlik güçlerinin amansız mücadelesi sonucunda teröristlerin azim ve iradesinin törpülenmesidir. Böylece Örgüt, başlangıçta öngördüğü üç aşamalı stratejisini terk etmek zorunda kalmıştır.
1993 yılında toplam iç güvenlik olayı 5717, verilen şehit sayısı 538, hayatını kaybeden vatandaş sayısı 1479 iken; 2008 yılında toplam iç güvenlik olayı 1602'ye - ki bunun 990 adedi güvenlik kuvvetlerinin inisiyatifinde gerçekleşmiştir - verilen şehit sayısı 138'e - elbette bir şehidin bile bizim için önemi çok büyüktür - hayatını kaybeden vatandaş sayısı ise 51'e inmiştir. Ayrıca, 1990'lı yıllarda bölgede ulaşım güvenliği, akşam hava karardıktan sonra dışarılarda yaşam güvenliği yokken, bugün bölgede bu tip sorunların kalmadığını, unutmamak gerekir. Ayrıca bütün bu sorunların ortadan kaldırılması için verilen bu mücadelelerde, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak canlarını ortaya koyanları ve bu uğurda şehit olanları da hiçbir zaman unutamayız, unutmamalıyız. Milletçe onların hatıralarını sonsuza kadar yaşatmak ve geride bıraktıklarına da sahip çıkmak bizler için bir görevdir.
Geçici ve Gönüllü Köy Korucuları, Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede, çok önemli görev ve sorumluluklar üstlenmektedir. Geçici ve Gönüllü Köy Korucuları bugüne kadar bu mücadelede 1335 şehit vermişlerdir. Geçici ve Gönüllü Köy Korucularının devlet yanında bu mücadelede yer alması, sorunun etnik bir çatışma olmadığının ve Bölücü Terör Örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının da çok önemli bir göstergesidir.
Öte yandan Türkiye'de uzun süredir başarıyla uygulanan korucu sisteminin bir benzeri de, 2007 yılından itibaren ABD tarafından Irak'ta (Sons of Iraq) kullanılmaya başlamıştır. Bu sistemin kullanıldığı bölgelerde direniş ve askerî güçlere saldırı büyük ölçüde azalmıştır.
ABD, Afganistan'da da Irak'ta uygulanan koruculuk sistemine benzer mahalli güvenlik birimi, ya da milis gücü (Afghan Public Protection Force) kurmak istemiş ve buna ilişkin pilot programa Şubat 2009'da başlamıştır. Bu milis güçleri kendi sorumluluk alanlarında, yollarda güvenliği sağlayacak, hükûmet tesislerini ve personeli koruyacak ve saldırıları engelleyecektir.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Sıraladığımız bu gelişmeler ışığında Bölücü Terör Örgütünün bugün içinde bulunduğu durumla ilgili şunları söyleyebiliriz:
Bölücü Terör Örgütü şu an kan kaybetmektedir.
Irak'ın kuzeyi artık Terör Örgütü için emniyetli bir bölge olmaktan çıkmıştır. Örgüt, gerek Irak'ın kuzeyinde gerek yurt içinde büyük gruplar şeklinde hareket edememektedir. Bu ise Örgüt içinde kontrol sorunları yaşatmaktadır. Haberleşmede, muhabere sistemlerinden ziyade kurye sisteminin kullanılması Örgüte ayrı komuta/kontrol zorlukları getirmektedir. Örgütün lider kadrosu arasında sorunlar vardır. Örgütün moral seviyesi düşüktür. Örgüte katılımlar Örgütün istediği seviyelerde değildir. Örgütten kaçışlar ise devam etmektedir. İkmal faaliyetleri zorlukla yürütülmektedir.
Avrupa ülkelerinin, Örgütün Avrupa'daki parasal kaynaklarına ve Örgütün yönettiği uyuşturucu trafiğine karşı bazı önleyici tedbirleri artırarak alması Örgütü zor duruma sokmuştur.
Bütün bu gelişmelere ilave olarak Irak'ın kuzeyindeki Örgütün varlığına karşı; Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve Irak tarafından yürütülen faaliyetlerin ve alınan tedbirlerin önümüzdeki dönemde daha etkin sonuçlar vermesi beklenmektedir.
Netice olarak bugün;
Terörizm ve Bölücü Terör Örgütüyle mücadeleyi kararlı, programlı, bilinçli ve koordineli bir şekilde sürdürmek durumundayız. Unutulmamalıdır ki, bu mücadele doğası gereği uzun soluklu ve sabır üzerine kurulu bir mücadeledir. Ayrıca, önümüzdeki süreçte de, Örgütün kırsal alanlarda ve yerleşim yerlerinde bazı terör eylemlerinde bulunabilme imkanı mevcuttur. Güvenlik Kuvvetleri bu muhtemel eylemlere karşı, koordineli istihbarat faaliyetlerine daha da önem vererek, yasalar çerçevesinde gerekli tedbirleri titizlikle ve kararlılıkla almak zorundadır.
Kararlılığımız karşısında, Bölücü Terör Örgütünün amacına ulaşması mümkün değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu mücadelede, her zaman Türk milletinin desteğini yanında hissetmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri; bugün bazı çevrelerin, vatanına ve milletine hizmet etmekten başka hiçbir amaçları olmayan ve Bölücü Terör Örgütüne karşı kahramanca mücadele edenlerin şerefi, onuru ve morali ile oynanmasına duyarsız kalmaz ve bu konuda yetkili ve sorumlu herkesin de aynı duyarlılığı göstermesini bekler.
Terörle mücadele sürecinin kısaltılması için bugün alınabilecek bazı tedbirlerin, düne nazaran, daha etkili sonuçlar doğurabileceğine inanılmaktadır. Bu tedbirler şunlar olabilir:
- Devlet, Örgüte katılımların nedenlerini iyi inceleyerek, alacağı tedbirlerle, Örgüte katılımları kontrol altına almalıdır.
- Devlet, dağ kadrosunun Örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.
- Terörle mücadele, sadece terörist odaklı olarak görülmemelidir.
Terörle mücadele, devlet tarafından topyekûn şekilde, millî gücün bütün unsurları (güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dâhil), propaganda ve uluslararası) kullanılarak, koordineli ve etkin bir şekilde yürütülmelidir.
- Bölücü Terör Örgütüne uluslararası verilen destek ve Örgütün finans alanındaki serbestliği tam olarak engellenmelidir.
- Irak'ın kuzeyindeki Bölücü Terör Örgütünün varlığı -ki bu varlık Örgüt için hayatidir- mutlaka etkisiz hale getirilmelidir.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
ABD Başkanı OBAMA'nın geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmanın başında söylediği şu sözlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum:
"Bu sabah ATATÜRK'ün, sizin ülkenizin kurucusunun, anıt mezarını ziyaret ettim. Bu güzel anıttan çok etkilendim. ATATÜRK, tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama ATATÜRK'ün yaşamına ait en büyük anıt, hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez. Kendisinin bıraktığı en büyük miras Türkiye'nin gücü ve laik demokrasisidir."
ABD Başkanının bu sözlerini, dost bir ülke halkına sempatik görünme arzusundan ziyade, ABD'nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara bir çözüm arayışında bulunduğunu göstermesi açısından önemsiyorum.
Türkiye'yi bulunduğu bölgede farklı ve güçlü bir konuma getiren, laik ve demokratik bir ülke olmasıdır. Türkiye, laik yapısı ve çağdaşlaşma hedefiyle, yüzyılı aşan demokrasi kültürüyle, ekonomik gücü ve dinamizmiyle bölgesinde benzeri olmayan lider bir ülkedir.
Bu tespitler ışığında şunu ifade etmek isterim: Bundan yaklaşık bir asır önce koca imparatorluğun çöküşüne şahit olmuş kadroların, çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarmayı hedefledikleri Türkiye Cumhuriyeti'ni, demokrasi ve laiklik fikirleri üzerine kurma ufkuna bir daha saygı ve hayranlık duyuyorum ve Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve gelişimini 20'nci yüzyılda yaşanmış devrimlerin en büyüklerinden biri olarak görüyorum.
21'inci yüzyılın başında, ülkemiz bu özgün karakteriyle gelecekte de ilgi odağı olmaya devam edecektir. Şüphesiz bunu başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının stratejik vizyon ve öngörüsüne borçluyuz.
Öte yandan, Türkiye'nin bu özgünlüğü bizlere ağır sorumluluklar da yüklemektedir. Bu mirasa ve vazifeye karşı herkesin duyarlı, dikkatli ve sorumlu olması gerekmektedir.
MONTESQUEI'nun ifade ettiği gibi; Cumhuriyetin ilkesi erdemdir. Cumhuriyetler, vatandaşları erdemli olduğu ölçüde gönençlidir. Cumhuriyetin erdemi tamamen siyasal erdemdir. Bu ise yasalara saygı ve bireyin topluluğa bağlılığıdır.[11]
Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin temel direklerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin de temel taşıdır. Laikliğin işlevsel tanımı, Anayasa'nın başlangıcı ile 24'üncü ve 174'üncü maddelerinde yer almaktadır. Anayasa Mahkemesinin içtihatları da konuya açıklık getirmektedir.
Cumhuriyetin muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefine ulaşabilmesi için siyasal yönetim biçiminin demokrasi olması da son derece doğaldır. Çünkü modern bir cumhuriyet ancak demokrasi ile gerçekleştirilebilir. Bu nedenle de demokrasi de Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden biridir.
Demokrasi aslında, halk egemenliği ve halk iradesinin siyasallaşmasıdır. Buna rağmen siyaset bilimi literatüründe demokrasinin ortak bir tanımı olmadığı da bilinmektedir. Bu konuda tartışmalar sürmektedir. Tanımsal zorluğunun yanı sıra demokrasinin sürekli kendisini zamanın ruhuna ve şartlarına uygun olarak yenileyen ve geliştiren bir sistem olduğu da unutulmamalıdır.
Antik Yunan'ın klasik demokrasi anlayışından, koruyucu demokrasi anlayışına, sosyal demokrasiden liberal demokrasiye ve çoğulcu demokrasiye kadar uzanan bir ortamdan söz edebiliriz. Önemli olan demokrasinin olmazsa olmaz koşulları ve temel öğelerinin neleri kapsadığıdır. Bu çerçevede şunları ifade edebiliriz:
- Kuvvetler ayrılığı,
- Yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü,
- Çoğulculuk (Çoğulculuk, temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı güvenceye alınmasıdır.),
- Kurallar ve kurumlar rejimi olması,
- Fırsat eşitliği,
- Aynı zamanda haklar kadar sorumluluklar rejimi olması.
Türk Silahlı Kuvvetleri; Cumhuriyetin temel niteliklerinden birini oluşturan demokrasi rejimine bağlıdır ve saygılıdır.
Demokrasi ve laiklik arasında çok sıkı bir ilişki olduğu görülebilir. Laiklik ilkesinin demokrasi ile çatıştığını iddia etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Aksine, laik düzen Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici gücü oluşturmuştur. Çünkü laiklik aynı zamanda demokrasinin en önemli koşullarından biridir. Etrafımızdaki bazı ülkelere bakılırsa bu gerçek görülebilir. Bu gerçek, bugün pek çok kişi tarafından açıkça görülmektedir.
Laiklik, Türkiye'de sadece dinle devlet işlerini birbirinden ayırmamış, egemenlik sorununu da çözmüştür. Egemenliğin kutsallığa yani hilafete değil de millete ait olması, laikliği belirleyen ana ilkedir.
Bütün bu düşüncelere ve gerçeklere rağmen; Türkiye'de Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne kadar laiklik karşıtı hareketlerle de çok çeşitli düzeylerde karşılaşılmıştır. Bu durum farklı dönemlerde, farklı boyutlarda ve şekillerde ortaya çıkmıştır.
Yaşanılan ve karşılaşılan bu hareketlerin sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının bulunduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, laiklik karşıtı hareketlere, demokrasi ve yasalar çerçevesinde daha etkin cevaplar verebilmek için, bu olayların sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının ne olduğunun doğru şekilde analiz edilmesi zorunludur.
Max WEBER, modern sosyologlar için önemli bir ilham kaynağı olmuştur. En büyük özelliği "anlayışı" sosyal bilimlerde öne çıkarmasıdır. Anlayış sosyolojisinde öncelikli olan insandır. Dolayısıyla insanların inandıkları değerlerin anlaşılması önemlidir. Bu değerler içinde elbette inançlar sistemi de vardır.
Dinin toplumsal bir bağ oluşturma, ortak bir duyarlılık yaratma bakımından önemi inkar edilemez. Türkiye için böyle şeyleri tartışmak dahi abestir. Yanlış olan ise - Anayasa'nın 24'üncü Maddesinde de ifade edildiği gibi - dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesi ve kabul edilmesidir.
Burada önemli olan diğer bir nokta ise bütün insanların ve onların düşünce ve davranışlarının toptancı bir anlayışla aynı kefeye konulmamasıdır. Diğer bir deyişle, gerçek mütedeyyin kişilerle kimsenin hiçbir sorunu olmamalıdır.
Burada ATATÜRK'ün dine ilişkin görüşlerini de hatırlamakta fayda görüyorum:
"Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır."[12]
"Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, amaca ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz."[13]
ATATÜRK'ün bu düşünceleri aslında, dinin önemini ortaya koyarken Cumhuriyetin ve demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için dinî alanın nasıl sınırlanması gerektiğine ışık tutmaktadır.
Askerlik, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel değerler açısından din de bir etkendir. Bu açıdan ordunun halkımızın değerlerine saygı duymaması düşünülemez. Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce evladını vatan savunmasında "şehit" vermiş bir ordudur. Bizim için şehitlik ve gazilik kutsal bir mertebedir. Bu kutsiyeti halkın iradesini yansıtan TBMM'de kanunla tescil etmiştir. Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de "Peygamber Ocağı" olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için; dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.
Bütün bu düşüncelere rağmen, laikliğin din karşıtı olma ve dinin bireylerin hayatlarından soyutlaması anlamına geldiğinin söylenmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin din karşıtı bir kurum olarak gösterilmesi; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'e ve O'nun ordusuna karşı yapılabilecek en büyük sorumsuzluk ve haksızlıktır.
WEBER'e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünüm yani "yaşanan din" önemlidir. Yaşanan din de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.[14] Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir.
Burada yine WEBER'e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. WEBER, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.
Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkarırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmaların ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmuştur.
Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonrada sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dinî duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır.
Bu gerçeği 1927'de gören ATATÜRK, konuya ilişkin görüşlerini Nutuk'ta şöyle ifade etmiştir:
"Daha önce olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor."[15]
Burada bir noktayı hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi WEBER (Webır), modernitenin düşünürlerinden birisidir. Ona göre modern organizasyon, özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasanın 24'üncü Maddesinde laiklik, işlevsel olarak en geniş anlamıyla; "Herkes, vicdan dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14'üncü Madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez veya kötüye kullanamaz" şeklinde ifade edilmektedir.
Görüldüğü gibi Anayasa'nın 24'üncü Maddesi; herkese vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetini sağlamıştır. İbadet, dinî ayin ve törenleri serbest bırakmıştır. Zaten bu maddeye rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir. Yine aynı maddeye göre kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuk temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramaz. Netice olarak, Türkiye'de herkes Anayasa'nın 24'üncü Maddesine uygun hareket etse, ortada bir sorunun kalmayacağı aşikardır.
Burada haklı olarak şu soruları sorabiliriz:
Anayasa'nın 24'üncü Maddesinde açıkça belirtilmesine rağmen; dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de şekillendirmesi kabul edilebilir mi? Bu kapsamda din eksenli bazı cemaatleri, toplulukları hareketleri, Anayasa'nın 24'üncü Maddesine göre nereye koyacağız?
Önemli olan dinin ve dinî duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin, herhangi bir şekilde herhangi bir amaçla istismarının önlenmesi değil midir?
Dinin araçsal hale getirilmesi, dine yapılabilecek en büyük kötülük değil midir?
Dinsel cemaatlerin siyasal alanda rol alması, modernitenin çok önemli bir özelliğinin aşındığı anlamına gelmez mi?
Modern toplumlarda, kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu?
Toplumu inanan/inanmayan, dindar/dindar olmayan ayrımı yapanlar, diğerlerinin iman ve dinî inançlarını değerlendirmeye kalkarak aslında İslam dinine karşı büyük bir suç işlemiyorlar mı?
Bu çeşit sosyal gruplaşmalar, cemaatleşmeler toplumu ciddi boyutta kutuplaşmalara ve bölünmelere götürmüyor mu? Bu bölünmeler ve kutuplaşmalar ciddi güvenlik sorunlarına ileride dönüşemez mi?
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasamızda açıkça belirtildiği şekilde demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Laik ve demokratik devlet nitelikleri birbirini tamamlamaktadır. Asla birbiri ile çelişkili de değildir. Bu iki nitelik Türkiye'yi dünyada farklı ve güçlü konuma getiren, Türkiye'ye özgün bir karakter kazandıran niteliklerdir. Bu açıdan, Türk toplumunun bütün bireylerinin bu niteliklerin korunmasında, yaşatılmasında ve yıpratılmamasında duyarlı ve sorumlu davranması vatandaşlık görevidir.
Harp Akademilerinin Değerli Mensupları,
Ufku geniş, düşünme becerileri gelişmiş, sorgulayabilen, yaratıcı zekaya sahip, lider ve aynı zamanda yöneticilik niteliklerini kazanmış komutanların yetiştirilmesi, hiç şüphesiz geleceğin inisiyatifimizle şekillendirilmesine büyük katkı sağlayacaktır. Bu nedenle günlük sorunlara, olağan (rutin) işlere takılıp kalmamalısınız. Çünkü, geleceği sizden sonraki kuşakların sorunu olarak görme lüksünüz yok.
Bugün alacağınız kararlar, yapacağınız çalışmalar ve tohumlarını atacağınız projeler, yarınlarımızın şekillenmesine katkı sağlayacaktır. Onun için sizler; bilim ve aklın her çağa uyum sağlayan dinamik yapısı içinde kendinizi sürekli yenilemelisiniz. Bunu yaparken öncelikle Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK'ün entelektüel düşünce yapısına, nelerin etki ettiğini iyi incelemelisiniz.
Atatürkçü Düşünce Sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Akıla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür.
Görev bilinci gelişmiş bireyler olarak başarısızlıklara mazeret aramadan nedenlerini araştırmalı ve olumsuzlukları giderici tedbirler almalısınız. Görev bilinci yüksek olan birey, görevini iyi bilen, yeterlilik düzeyi yüksek ve bilgi düzeyini sürekli güncel tutan kişidir. Görev bilincine sahip kişiler yüksek verimliliğe, mükemmelliğe ve kaliteye de sahiptirler. Görev bilincinin yaygınlaştırılması maksadıyla, yetkilerinizi astlarınızla paylaşmalı ve onları inisiyatif kullanmaları konusunda da desteklemelisiniz. Bu bilinçle yürüteceğiniz çalışmalar, gelişmelerin takipçisi değil, yönlendiricisi olmak için gücümüze güç katacaktır.
Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır. Geleceğe doğru emin adımlarla yürüyüşümüzün teminatı sizlersiniz. Sizlere emanet edilecek olan vazife bayrağını daha yükseklere çıkararak ülkemiz ve ulusumuz için büyük atılımlara imza atacağınıza büyük bir içtenlikle inanıyorum.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK'ün, Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara hitaben yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, konumumuz gereği üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmek adına fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetinde olduğumuzun bilincindeyiz.[16]
Bu hassas coğrafyada sahip olduğu maddi ve manevi bütün zenginlikleri ile güven ve istikrarı simgeleyen Türkiye, güçlü ve demokratik kurumları, ekonomik gücü ve birbirine güvenen insanları ile çağdaş topluluklar içinde hak ettiği yeri almak zorundadır.
Karada, denizde ve havada görevini başarı ile icra eden, barışı korumak amacıyla dünyanın dört bir yanında şanlı bayrağımızı dalgalandıran, sınırlarımızı bekleyen, İç Güvenlik Harekâtı icra eden; Kara, Deniz, Hava, Jandarma ve Sahil Güvenlik personelini selamlar, görevlerinde üstün başarılar dilerim.
Bugünlere ulaşmamızı sağlayan Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK ve kahraman silah arkadaşlarını, bağımsızlık ve bölünmez bütünlüğümüz için hayatlarını feda eden bütün şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi şükranla anar; tarihi boyunca ordusuna büyük özgüven aşılayan ve ona her zaman destek olan Yüce Türk ulusuna şükranlarımı sunarım.
Bu duygu ve düşüncelerle, mazisi şan ve şerefle dolu, gurur kaynağımız Harp Akademilerinin değerli mensuplarına esenlikler ve üstün başarılar diler, bu toplantıya katılan tüm konuklara en derin saygı ve sevgilerimi sunarım.
Dipnotlar
[1] Samuel Huntington, The Soldier and State, Belknap Press, 2001, s.8
[2] Eliot A.Cohen, Supreme Command, Anchor Publication, 2003, s.12
[3] Samuel Huntington, Age., s.83
[4] Age., s.72
[5] The Iraq Study Group, The Way Forward- A New Approach (Restoring the US Military Bölümü), Filiquarian Publishing, 2007
[6] The US Army Counterinsurgency Field Manual, Headquarters Department of the Army, 2006, s.77
[7] Anthony D.Smith, Ethnicity and Nationalism (International Studies in Sociology and Social Anthropolgy Vol.60), Brill Academic Publishing, 1992, s.26
[8] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınevi, 2006, s.29
[9] Chaim Kaufmann, Possible and Impossible Solutions to Ethnic Civil Wars, International Security, Vol.20, No:4, 1996
[10] Prof. Dr. Metin Heper, Devlet ve Kürtler, Doğan Kitap, 2008, s.13
[11] Raymond Aron, Age., s.27
[12] Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 2005, s.28
[13] Age., s. 327
[14] Max Weber, The Sociology of Religion, Beacon Press, 1993, s.1, s.20
[15] Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Age., s.334
[16] Prof.Dr.İhsan Güneş, ATATÜRK'ün Bilinmeyen Bir Konuşması, ATATÜRK Araştırma Merkezi Dergisi Sayı:5, Cilt:2, Mart 1986 s.463-465
Bkz. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Bağbuğ'un 14 Nisan 2009 Tarihinde Harp Akademileri Komutanlığında Yaptığı Yıllık Değerlendirme Konuşması
http://www.tsk.mil.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_7_Konusmalar/2009/org_ilkerbasbug_harpak_konusma_14042009.html , erişim tarihi: 14 nisan 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder