Bu Blogda Ara

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Hasan Gürgenarazili: Pîr elinden dolu alırken 'gerçeğin rengi gridir'

Hasan Gürgenarazili
[© Hasan Gürgenarazili - KanalKultur] Mistik kozmolojide, Pîr elindeki Ölüdeniz taşından yapılmış şifalı tastan, "kendi bir, adı bin adına", dolu alırken, elinde asa yerine kullandığı "Yine seyyah oluban destime aldım teberi / Yine ben azm-i diyar etmeye kıldım seferi" yazılı teberi, boynunda "hiç" yazılı levhası ve iki habbesi bulunan balgâmîden yapılmış 12 dilimli teslim taşı; sırtında ise sadece çuhadan bir urba vardı.

Thomas Artus'un "Historie des Turcs" (Paris 1662, c.2, Pl. 24) adlı eserinde betimlenen gravürdeki gibi saçları kazınmış, kaş ve kirpikleri alınmıştı. Kulağında mengüşü, omuzunda keşkülü; belinde "Nazar-ı pîr-i tarîkatte kim olmaz uryan" yazılı nefiriyle, kaşağısıyla, tesbih kutusuyla üryan-üpüryan vücudunda vahdet yaralarıyla dolanıyordu.

* * *

Cam-ı Cem'den bir nefes de Pîr aşkına aldığında, seyyah olup, 16. – 17. yüzyıllardan "kalma" köhnemiş zaman makinasiyle, günümüze uzanan yolculuğunda, sözde "devrimci" özde "totaliter" ve "despot", feodal ve etnik, daha da öte kan bağı kullanan ancak siyaset yapmadığını - yapamadığını söyleyen, fakat bizatihi üstatları Makyavel'e parmak ısırtacak oportünist siyasetin içinde olan Şark kurnazı şeyhleşmiş derebeyi mürşide, talibken akıl terazisini yitirmiş, "şeyhine" kullaşmış – köleleşmiş müride bakıyordu.

Müridin "Şeyhimin (!) yanlışı doğrudur!" diyen sesi, baki kalan kubbede hoş olmayan bir seda olarak kulağında çınlıyordu.

Şeyh ve mürid, imparatorluğun / monarşinin uzun yıllarını "Türkenbeute"de geride bırakıp, klan'ından (Clan) ve Phratrie'sinden (Phratry), Tribu'sünden (Tribe) kopup, asırlar sonra "koçer" (göçer) ve "gundi" (köylü) olarak, Olymposlu Tanrıların Tanrısı Zeus'tan ve onun güzelliğine âşık olduğu Asyalı kralın kızı "Europa"dan habersiz, "Avrupa" yollarına düşmüştü.

Neo-Kapitalizmin ve ardından neo-liberalizmin "culture shock"unda lümpenleşen "vokuhila"lı (önü kısa, arkası uzun saçlı) ırgatı, sınıf toplumunun "Getto'lu proll'ü" aslında ise, "sınıfsız boştagezeni" olduğunu, proleteryanın davranış kodexlerini, "cultural pattern"ini bilmeden ve anlamadan, "Büyük Diktatör"ü ("The Great Dictator") çıkaran topraklarda "artık" proleterya bilincinden (?) ahkâm kesiyordu.

Bununla da kalmıyor, kültürel hafızasına genetik bir kod olarak kazınan kutsanmış birikim 16. – 17. yüzyılların Anadolu'sunun "isyanlarını", sözde Pîr Sultanca, Kızılbaşça; özde ise "Halveti" ve müstemlekeci duruşla ("mağdur olmanın bencilliğinden kaynaklanan bir şekilde mazlum, bir gün zalimin yerini almayı düşler" denir, buradaki durum düşlemenin de ötesindedir) "Kürdî" olarak anımsıyordu. Aynı şekilde "misyonerliği" dilinden düşürmüyordu.

Yüzü geldiği anın Türkiye'sine dönük, sözde devrimci özde köktenci muhafazakâr şeklinde "biçilmiş" kaftanıyla köklerdeki akrabalarına tafra satıyordu.

Köklerinden başkalaşmış; ne geldiği anın, ne de yaşadığı anın toplumunun değerlerine tutunabilmişti. Ayrı dinamikleri yaşıyordu. "İki arada"ydı. Ne o, ne buydu! Biçareydi. Velâkin, kendi dünyasını tüm evren, ve hatta evrenin merkezi sanıyordu (Nasreddin Hoca'nın arzın merkezinin ayağının altı olduğunu söylediği ünlü fıkrasını ayrı tutalım).

Lübeck'te Günter Grass'ın çalışma ofisinin kırk metre ötesinde veya berisindeydi. İlle de "evrensel" ve "mükemmel" olduğunu iddia ederken, "Die Blechtrommel" (1959; filmi 1979) ve küçük Oscar'ın dünyasından fersah fersah uzaktı.

"Feodal yoldaş"ın aslında jens'den (Gens) kaynaklanan devrimci "damarları"ndan gelen feodaliteye karşı kurguladığı Pîr Sultanca duruşu, bir türlü reddedemediği ve şahsına özgü Makyavelist siyasetinin aracı olarak kullanmaktan çekinmediği klan bağlarıyla, kendine göbek bağının adı oluyordu.

Nihayetinde klan, Phratrie ve Tribu'ler, sözde "non-governmental organisation"a dönüşürken (NGO); aslında kullaşmış – köleleşmiş mürid ve onun tarafından ilahlaştırılmış şeyh (burada yeri gelmişken avam arasında "elementargedanke" şeklinde yaygınlaşmış şu özdeyişi de kaydedelim: "Şeyh uçmaz, mürid uçurur!") ile modern çağın NGO'larını, kendi feodalitelerine "devrimcilik" adına "entegre" ediyordu.

Feodal bağların yanı sıra, demode ideolojik ortak anılardan kaynaklanan "gecekondu" köklerinin ve barikatlerinin (esasen varsayılan kurtarılmış bölgelerle, kendini ve düşüncelerini dünyaya kapatan, sınırlandıran; nihayetinde ideoloji batağına gömerek köleleştiren, tutsaklaştıran) hemşericilik ve daha da öte micro-milliyetçilik hastalığına yakalanmış varsayılan "örgütlenme"nin Türkiye'de emekleyen küçük biraderi, güya anti-Amerikancı, Şili ve Peru'daki halklarla işbirliği yapıyordu. Oysa, Çin ve Orta-Asya'ya her ne hikmetse kördü. Küçük birader, "Avrupa"da yaşayan ve CIA raporlarını kaynak gösteren, "babaerkil (Patriarcat, Patriarchate) devrimci" büyük biraderinden aldığı ilhamla "azınlık hakları", "asimilasyona hayır", "misyonerlik istemiyoruz", "Anadolu'nun böğründen gelen bir inancız", "F tipi tutsakları serbest bırakılmalı", "anadile özgürlük", "anadile eğitim hakkı", "halkların iradelerine saygı gösterilmeli" nutuklarıyla, "sivil itaatsizliği" öne çıkaran mücadele tarzıyla, "tutsak edilmiş sokağı özgürleştirme"ye, isyanın kentsel öncü gücünü din adına "lümpenproleterya"da bulmaya çalışıyordu.

Tabiiki, sivil itaatsizliğin ardından, siyasetin şiddet aracılığıyla devamına yol açan (ultima ratio) "Düşük Yoğunluklu Savaş"ın (Low-Intensity Warfare / Low-Intensity Conflict) başlayacağını, bunun pasif gözdağı verme pozisyonunun ötesine "düşük yoğunluklu demokrasi"ye yol açacağını; beraberinde "special forces" ve "counterinsurgency"i getirerek öngöremedik veya tasarlanan oluşlara, ezilmeye mahkum birtaraf ve bertaraf olacağını; veya böylece "yeni müdahalecilik"e (yeni-sömürgeciliğe) çağrı yaptığını hesaba katamıyordu.

Akabinde "özgürleşen sokaklar"ın gelecekten umudunu yitirmiş fukaraları, "kızıl faşist" olan malum zata ve "örgüte" "devrimci selamlarıyla ve sloganlarıyla" "her biji ..." diye bağırıyordu.

Bu arada Sartre'den habersiz, "tüm azgelişmiş ülkelerin yerlileri, birleşin!" derken, bunun gerçeklik değil, bir "ideoloji" olduğunun ayırdında bile olamıyordu.

Lâkin ayırdında olunan ve iyi bilinen tek şey, "kutsadıkları" düşünceye yönelen tehditin, kaba güç ve şiddetin toplumsal denetim ve iknâ açısından "başarılı" teknikler gibi görünmesiydi. Nihayetinde "secdesi, kâbesi, kıblesi insan olan", "insan kendini düşünce yoluya üretir" diyen Hegel kimdir diye sormuyordu bile. Bu tekniklerle kendi dinamizmini oluştururken, Proudhon'un deyişiyle "ilkel iman"a (le fait primitif) dönüşen bir hareketin müjdecisi haline geliyor; sonuçta ne başı, ne de sonu olan bir hareket ("Le mouvement est; voila tout!"), kendini tanımlandırabilecek tüm özelliklerinden kopararak, sadece "hareket" oluyordu!

"Leitkultur"un "Ganz unten"daki "Kanacke" büyük biraderi ise, paralel dünyalarda yaşadığı Avrupa ülkesinin, negatif anlam içeren "Getto" tabir edilen "varoşlarında", bulunduğu ve yaşamını idame ettirdiği toplumda "toplumsal uzlaşma entegrasyondan, entegrasyon da çoğunluk dilinden geçer" diyordu. "Direnişi, taş, yürek, barikat günleri"ni yumruk havayı döverken, küçük kardeşi için, anımsamayı ve anımsatmayı ihmal etmiyordu. Ancak, her nedense paralel dünyalarda ve ayrı kompartımanlarda yaşadığı toplumun çoğunluk kesimine, "anadilde din eğitimi hakkı isterim"; "anadilde din eğitimi hakkımız, söke söke alırız", diyemezken; "asimilasyon"u değil terim olarak ifade etmek ve ağzına almak, düşünemiyordu bile.


Azınlık terimini azgınca dillerine dolayan küçük biraderine, Avrupa Parlamentosu nezdinde taktik veren "akıllı büyük birader" kim, nerede, ne zaman, nasıl azınlıktır sorusunu düşünmekten ve sormaktan, kendini, göç ettiği ve yaşadığı toplum için men ediyordu. Oysa, farklı bir coğrafi bölgede, "göç" ettiği farklı bir dil ve kültür çevresinde (ki farklı edebiyatı, folkloru ve müziği; farklı gelenekleri, değerleri ve sembolleri; yemek ve beslenme adabını, alışkanlıklarını ve geleneklerini içeriyor), farklı bir dinî anlayış içerisinde, farklı etnisite'den oluşan toplum içinde yaşıyor olmasına rağmen, "azınlık nedir" diye soramayan büyük birader, "Genosse" küçük biraderine "azınlığız" diye akıl hocalığı yapıyordu...

* * *

Yarı uykuda, yarı uyanık halde, Pîr dolusu Cam-ı Cem'den üçüncü nefesi "aşk" için aldığında Pîr'in gösterdiği "buta" ile karşılaşıyordu. Ona doğru yönelir, Pîr ve güzel aniden kaybolunca, "sevgiliyi" aramaya koyuluyordu. Belki on üçüncü köyde bulur diye...

Kıssadan hisse: Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az. [© Hasan Gürgenarazili - KanalKultur]


* "Gerçeğin rengi gridir" André Gide

[28 mart 2006]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder