Bu Blogda Ara

8 Mayıs 2015 Cuma

Bir Vardı Bir Yoktu. Çok Vardı Hiç Yoktu: Onsun - Ağacın Masalı

"tek başına kalmış bir elma ağacının, bir günahı anlatır gibi fısıltıyla paylaştığı masaldır…

Bir vardı bir yoktu. Çok vardı hiç yoktu...

Eskiden insanlar az sene yaşardı ama hayatları uzundu. İnanmıyorsanız kargaya sorun şahidimdir! Şimdi kalabalıksınız; çok arabalı, çok katlı çok binalısınız. Hızdan başınız dönüyor, günü geceyi karıştırıyorsunuz. Gündeminiz kaotik ve çok kaba  adamlı. Saatlerinizin zembereği boşalmış günler size yetmiyor.

Uzun yıllar oldu gerçek bir oğlak sesi duymadınız. Yol kenarlarında açmaz olan unutma beni çiçekleri, unuttu sizi. Distopyanızı kurdunuz (hayırlı olsun muydu?), hayallerinizi kaybettiniz ellerinizle...

Resimler size bir sırrı söylüyor, "bütün mesele üç-beş ağaçtır." hoyrat ellerde ağaç borsadır, nehirler göller, dağlar, denizler bile... Simsarlara inandınız, sandınız ki ağaçları kesince çok havanız olacak. Dağdaki pınardan çıkan suyu, kuşlara parayla satmaya kalktınız.

Resimdeki kuşlar doğruyu söylüyor. "Rüzgarları estiren yapraklara kulak verin. Şarkılarımı söylerken konacak dallarım olmalı. Gözlerimizi kamaştıran canlı renkleriyle, inadına ağaç inadına gökyüzü olmalı."

Bülbülün sesini unuttunuz. Bir taş plakta belki hatırlarsınız...

Sizin dünyada olmanızın sebebi sunduğum elmalardır. Siz bir cennete kovuldunuz, cehenneme çevirdiniz, Günahlarınızı yıkayacağınız ırmağınız kalmadı.

Dalların kalbini kırmayın, çocukların uçacağı salıncağı olsun. bereketli meyvelerimi vereyim sizlere, ballı hikayelerimle...

Gökten üç elma düştü; biri ağacını sevene, biri dağını sevene, biri de derelerini sevene hediyemdir."

Onsun'un "Ağacın Masalı" adını verdiği ve 14 - 31 mayıs 2015 tarihleri ichelique&ichelick'te sergilen çalışmaları, sanatçının beden ve ağaçlardan oluşan bir bütünlüğün ahengini resimlerinde yaşatmayı hedeflediği resimleri.

Sezai Sarıoğlu, sergi hakkında kaleme aldığı "Uçmayı düşündüren resimler…" başlıklı yazısında şunları kaydediyor:

“Sanatın bu kadar önemli olmasının bir nedeni de bizi çevreleyen dünyayla ilişkimize dair temel bir olguyu tekrarlamasıdır: Dünya, biz onu anlayana kadar boş ve yavandır...” (Alva Noe)

İnsan hafızası çok katmanlı, çok gizemli. Ve çok kapılıdır... Bir olayla, bir masalla, ya da bir resimle göz göze gelince belleğimizin çekmecelerinde unuttuğumuz ya da sakladığımız şeyler “hafıza ve anlam patlaması” olarak dışavurabiliyor. Onsun'un “Ağacın Masalı” resimleriyle göz göze geldğimde, ilk aklıma gelen Lunda dilinde “yaşlı adam” anlamına gelen Zambiya’nın Kaşinakaji köyü oldu. Bu resimleri algılamamı mümkün kılan “anlama” ve “anlamlandırma” ya da “okuma” macerası, belleğimde sakladığım yine Kaşinakaji yerlilerine dair şu bilgiyi de görünür kıldı: Canlı-cansız tüm nesnelere selam alıp selam veren yerliler gibi, Mubala Ağacı da insanlara “Şikenu mwani” (Hoş geldiniz) diye seslenerek şarkı söyler...

Mitolojiye inanmak gerekirse eskiden tanrılar insanlarla, hayvanlarla, ağaçlarla konuşurlardı... Zamanın ruhunun, insanları söz fazlalığıyla dilsizliğe davet ettiği dünyada, resimlerle kurduğumuz ilişki aslında “görme”nin yanısıra veya ondan öteye onunla konuşup tanışmaktır. Ama bu sessiz bir konuşma ve sessiz bir tanışmadır. Karşımızda metnin ya da resmin sesi yani sessizliği yeni bir dildir. (“Resimler, harfleri bilmeyenlerin kitabıdır” cümlesi işe ressamı da katar...) Yazar gibi, ressam da resmini yaparken tek başınadır, tenhadır. Okur ya da izleyici de tenhadır, tek başınadır. Bu tenhalık Can Yücel'in “Bin dereden bir kendimi getirdim” dizesindeki zahmeti üstlenmenin bedelidir.

Her resim çok kapılıdır, marifet bu kapılardan hangi gözle ve hangi anahtarlarla girileceğini bilebilmektir. İşte bu kritik nokta, resmin veya metnin“anlamını sabitlenmesine” itiraz ederek sürekli aramanın ve bulmanın ama yine kaybedip aramanın dilidir. Bu resimlere, içerden, dışardan, yukarıdan ve aşağıdan bakıp anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken Cüneyd Bağdadi'nin, yirmi dört ayar kısadan hisse kıymetindeki “Aramakla bulunmaz ama bulanlar sadece arayanlardır” cümlesinin de yolumu kesmesi diyalektik rastlantı olmasa gerek...

“Ağacın Masalı”ndan el almışken, son yıllarda dilimize pelesenk olan resim veya fotoğraf “okumak” meselesi üzerinde de birkaç söz söylemek gerek. “Rüzgarın okuması yazması yoktur” diyen Kızılderili özdeyişinden hareketle, bu resimleri de “okuyabiliriz...” Resmin harfleri yoktur, dilsizdir bu nedenle sözcüklerle okunmaz. Resim konuşmaz bize kendini gösterir. Biz onunla söz diliyle değil göz diliyle konuşuruz. Resim bize bakarak olup biteni anlamaya çalışır. Tanrı seslenerek kendi varlığını duyurur. Tevrat'taki, “Kelimelerin sesini duydu ama kendini görmedi” ifadesinden hareketle, resmi görürüz ama sesini ilk anda duymayız. Bakmanın diyalektiği görmekle duymak arasında salınımı içerir izleyici için. Resimden ya da “ağaçtan” dinlediğimiz/okuduğumuz masalı ona “rağmen” yazmak ise başka mevzu ve bir başka derttir.

Şimdilerde kitaplardan okunsa da aslında masal kadim gelenekte sözlü anlatım/aktarım kültürünün parçası sözlü anlatım durağıdır. Anadolunun pek çok yerinde masalcılara “hakikatçi” denmesi ironik olmanın ötesinde düşündürücüdür. Öte yandan, bu tür bir hikayesi-masalı olan bu resimler, özde ve biçimdeki farklılığına arğmen, Osmanlı'da tarihsel olayların tasvir edildiği “tarih ressamlığı” olan “şehnâmeleri” de hatırlatıyor. Çünkü, bu resimler bizi, ormandan değil devletin gürültüsünden ağaçları göremediğimiz ama görmekte ısrar ettiğimiz olay mahalline yani “Taksim Kırsalı”na da çağırıyor. Olayları, anlatandan duyduğu kadar görmeden de tasvir eden nakkaşla, “Ağacın Masalı” ressamı Onsun arasındaki fark da bu noktadadır. Gerçeğin bire bir resmedilmesi ya da yaşanması sanatın/resmin “şartı” değilse de biliyoruz ki o, gördüklerinden ve yaşadıklarından saparak ve onları resme ve imgeye dönüştürmüştür.

Madem ki “okumadan” söz ettik, bir başka anlam kapısını açmalı. Şükrü Argın'ın “İnsan yazarken de konuşurken de aldatabilir; tabi ki aynı şekilde okurken de, dinlerken de aldanabilir” cümlesinden el alarak bunu resim, ressam ve izleyici için de söyleyebiliriz. Resim bir anlamda, söz fazlalığı olan, ama sözün/dilin iktidardan düştüğü söylentilerinin yaygın olduğu dünyada bize yeni bir dil ve konuşma önerir. Bu “yeni dil” saptaması, teolojik olarak eşrefi mahlukat (varlıkların en şereflisi) ilan edilen insan merkezli algıya, dile olduğu kadar, dünyanın dil içi bir kurguya indirgenmesine, o bildik dilin ve sözcüklerin dışında bir gerçek veya hakikat olmadığı şeklindeki, yaygın kanaate de itirazdır. Sözün burasında şiirleri görsel bir şölen de olan en asimiz ve en aksimiz Can Yücel'in “Diyalektik/ Aleyhistan'da yeni bir lehçe” dizesini hatırlayıp yolumuzdan başka bir cümleye sapalım: “İmgenin her zaman bir dil içi deneyim olduğunu, gerek içerik gerekse biçimsel düzeyde vurgulamak zorunludur. İmgenin kurucu parçasını oluşturan ses, harf, çizgi, renk ve basit devinimler de dil birimlerinden, araçlarından farklı düşünülmemelidir.” (Özgür Taburoğlu, Resim, Söz ve Yazı)

Her ağaç her masal her resim insanı kendi dilince anlamaya ve soru sormaya davet eder. Bana da öyle oldu; bu resimlerle, renklerle karşılıklı muhabbet ederken, bir ağaçtan masal dinlemeyeli, bir ağaca selam vermeyeli kaç yıl olduğunu anımsamaya çalıştım. Sonra aklıma birden bir ağacı yakından ne zaman gördüğüm geldi. Ve masal elimden tutarak beni, devletin ağaçların rahatını kaçırdığı yakın tarihin en önemli sivil itaatsizliklerinden Gezi İsyanı günlerine götürdü. “Ağacın Masalı”, bir bakıma rahatı kaçırılan ağaçların ve insanların masalıdır. Pek çoğumuzun hatırlı hatıralar biriktirdiği bu etik, estetik ve politik kalkışmada itiraz ve işaret parmaklarını yitirmeyenlerin ağaçlarla ve masallarıyla tanışmaları ve yeniden tanışmaları Melih Cevdet Anday'ın “Düzenli Dünya” şiiriyle de ilişkilendirilip düz okuma yerine çapraz okuma yapılabilir...

Belki de Onsun'un ağaçları kulağımıza, Marakeş'in Masalcısı Joydeep Roy'un şu cümlesini de fısıldıyordur: “Ben bir masalcıyım. Tahayyül edemeyeceğiniz kadar büyük bir krallığın; hayal gücü diyarının hükümdarıyım...”

Onsun'un “Dünyayla karşılaşması”nın da ürünü olan bu bu masallı resimlerin bize bir hikaye sunması da ağaca ve masalına dahildir... “Resimler harfleri bilmeyenlerin kitabıysa”, etik ve estetik kaygı üstlenen bu resimler de kökü hem içerde hem de dışarıda ağacı ile masalı ve giderek “Ağacın Masalı”nı görünür kılmanın hatırasıdır. Hayal gücünü “iktidara” çağıranlar, dansla birlikte ağacı ve masalı da buna düşlere dahil etmelidir."

Onsun

İlk atölye çalışmalarına 1987'de Mimar Sinan GSA tarafından Resim Heykel müzesinde açılan atölyede başladı. Burada desen, suluboya, çinko baskı işleri yaptı. 1996'da ressam Sabahattin Tuncer atölyesinde kuru pastel, yağlıboya çalıştı.

2006 yılında Koşuyolu Öğretmenler Evinde kuru pastel ve suluboya ile ilk kişisel resim sergisini açtı.

"Marca'nın Çocukları" isimli romanı bulunuyor.

Onsun - Ağacın Masalı / 14 – 30 mayıs 2015; ichelique & ichelick, Valikonağı Cad. Kuyumcu İrfan Sk. No.32, Nişantaşı - İstanbul 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder