Ahmet Ümit'in "Bir Ses Böler Geceyi" adlı romanından yönetmen Ersan Arsever'in sinemaya aynı adla uyarladığı film Tokat Zile'nin bir Alevi köyünde geçiyor.
Yağmurlu bir gecede yaptığı kaza sonucu kendisini bir cemin içinde bulan Süha ve Hakk'ı ararken Hakk'a yürüyen İsmayil'in kesişen yaşamlarının ele alındığı film, Alevilerin 'Ölmeden evvel ölmek' olarak tanımladıkları "Görgü Cemi" etrafında, insanın kendisini sorgulamasını anlatıyor. İsmayil'i tanıdıktan sonra kendi benliğini sorgulayan Süha'nın gözünden yansıyanlar... İnsan-ı Kâmil, Hakk, Hz. Hızır, görgü, dede, talip, zakir, değnekçi, yolcu...
Süha, Üniversite için Zile (Tokat) civarındaki köylerde araştırma yapmaktadır. Fırtınalı bir gecede, hocasını karşılamağa giderken, arabası yolda kayarak duvara çarpar. Kazanın şokuyla cipten sarsılmış, yarı şuursuz çıkan Süha, hayal meyal korkutucu mezar taşları görüp kendinden geçerek yola yığılır.
Kendine gelince en yakın köye yardım istemeye giderken boş bir mezar görüp korkar. Köye bu korku ile girer; üstelik kimse çağırısına cevap vermez. Sanki evler boş gibidir. Nihayet bacasından duman çıkan bir ev fark eder. Yaklaşıp pencereden baktığında bütün köy halkının burada toplandığını görür. Duyduğu konuşmalardan burasının cem evi olduğunu anlar.
Alevi köylüler Dede ve Sofuların etrafında görgü cemi için toplanmışlardır. Bektaş Sofu, görgüye, erkan icabı, Hüseyin Dede ile başlar. Dededen şikayeti olanların konuşmasını ister. Bunun üzerine içeri bir tabutun getirilmesi olağanüstü gergin bir ortam yaratır. Ali Rıza ve Fatma, yanlarında gelinleri Gülizar ile oğulları İsmayil'in tabutunun yanına gelirler. Ali Rıza, intihar eden ama iyi bir Alevi olan oğlunun dualanmasını yapmadan gömen Hüseyin Dede'nin ve Bektaş Sofu'nun hesap vermesini ve İsmayil'in dualanarak gömülmesini ister. Hüseyin Dede ve Bektaş Sofu, Hakk'ın verdiği canı alarak büyük günah işlediği için İsmayil'i dualamadıklarını ve bugün de dualamayacaklarını söylerler.
Yetenekli bir çocuk olan İsmayil daha genç yaşlarında tamamen Hakk-Muhammet- Ali yolunda mükemmel bir şekilde yetiştirilmiş. Ama bilgisini arttırıp belirli bir olgunluğa gelince kendisine "rehberlik" yapabilecek birini bulamamış. Çevresindeki çoğu dedelerin, babaların, sofuların Alevilik üzerine yeterli bilgiye sahip olmadıklarını, üstelikte din yerine ticaretle meşgul olan çıkarcı kişiler olduğunu görmüş.
İsmayil'in sorunu, "azla yetinmeden", ödün vermeden nasıl iyi bir Alevi, bir "kamil bir insan" olup Hakk'la bir olabilmesidir. Köyün haricinde de konuşabileceği, ona yol gösterebilecek erenleri bulamamış ve sonunda tek başına kendi yolunu bulmaya çalışmış. Dede'den, sofulardan sonra, ailesinden, eşinden ve yol kardeşi "musahip"inden de aradığı desteği bulamayıp üstelikte dışlanıp küçük düşürülünce intihar etmiş.
İsmayil'in ödün vermeden dinî inancını en katıksız şekilde yaşama öyküsü, zaman zaman, Süha'yı kendi yaşamına yollar. Yetmişli yılların sonunda aşırı-sol bir partinin sorumlusu olarak olaylara karışmasını, partinin isteği üzerine aldığı bazı kararların, hissî ve meslekî hayatında büyük fedakarlıklara neden olduğunu, Gülizar'a tıpa tıp benzeyen Demet'e olan aşkını partiye ve siyasi inançlarına körü körüne bağlılığı yüzünden kaybetmesini, hiç tanımadığı halde onu polisin elinden kurtaran Bekir Özer'i, hapisten çıktığındaki yalnızlığını, eski partili arkadaşlarının yemeğe davetini ve tenkitlerini.... hatırlar.
Cem evinde Ali Rıza, intihar eden oğlu İsmayil'in, Allahın verdiği canı almakla büyük günah işlemesine rağmen bu günahın hesabını, sadece Allah'ın ona sorabileceğini söyler. İyi bir Alevi olan İsmayil'i dualamalarını ister. Ama Hüseyin Dede, dualamayı " Hakk'ın verdiği canı ancak Hak alır" diyerek erkana uymadığı için tekrar reddeder. Fatma Kadın ise dualamama kararını, taraf olanların değil, cemdeki canların vermesi gerektiğini savunur. Şayet birisi cezalandırılacaksa kendilerinin İsmayil'e yaptıkları hatalardan dolayı, cezalandırılmalarının doğru olacağını söyler.
Bektaş Sofu'da tabutun cem evinin dışına çıkarılmasını emreder. Fatma oğlunun tabutunun götürülmesine mani olmak ister. Her şeye rağmen dışarıya çıkarılan tabut düşer. Düşen tabutun kapağı açılır ve etrafa bir ışık yayılır. Tabutun içinde Fatma, oğlu İsmayil'in yerine, Hızır'ı ağlarken görür. Ali Rıza ise tabutu bomboş görür ve "Oğlumun ölüsünü bile yok ettiniz" diye kızıp bağırır çağırır. Gülizar ise tabutta eşi İsmayil'i görür ve evliya olduğunu söyler. Olayları görüp yaklaşan Süha ise tabutta kendi ölüsünü görür. "Ben ölmedim" diye korkuyla haykırır. Süha kendini ilk defa fark eden köylülerin dehşet dolu bakışlarını fark edince kaçmağa başlar. Hızla, geldiği yoldan, köyden uzaklaşır. Nefes nefese kaza yaptığı yola aynı yere gelince tekrar yığılır kalır.
Arabasının önünde yerde yatan ve "Ben ölmedim.." diye sayıklayan Süha'yı kaza yerinden geçen bir kamyon şoförü kaldırır ve İsmayil görünümünde olan bu şoför ona ölmediğini söyler "Daha yolumuz bitmedi ki ölesin" der. İsmayil Süha'yı kamyona bindirir ve beraber giderler. Ufukta yeni bir gün doğar.
"Bir Ses Böler Geceyi" filminin başrollerini Muharrem Cem Davran, Merve Dizdar ve Gün Koper paylaşırken, Rıza Akın, Turgay Tanülkü, Müfide İnselel, Recep Yener, İpek Tenolcay ve konuk oyuncu Ali Sürmeli önemli rollerde yer alıyor.
Yönetmen-Yapımcı Ersan Arsever filmle ilgili şunları kaydediyor:
"Ahmet Ümit'in 'Bir ses böler geceyi' öyküsü benim gibi hayatının büyük bir kısmını geride bırakmış biri için temel bir soruyu soruyor : 'Hayatın boyunca inançlarını, ideallerini ne dereceye kadar gerçekleştirebildin?'. Ve bu sorunun devamında ister istemez akla gelen diğer sorular: 'Neleri feda ettin? Değer miydi bu fedakarlıklar? Seni harekete geçiren, sana yol gösteren inançlarından, ideallerinden geride ne kaldı?'. Bu sorgulama öykünün ve dolayısıyla benim için filmin ana temasıdır.
Tabii bu soruları sorma fırsatı hayatın her anında olabilir. Durmadan akıp giden hayatımızda bazen isteyerek bazen de mecburen bir mola veririz. Çoğu kez bu durak bize ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi sorgulama ve hayatta bize yol gösteren, bizi biz yapan inançlarımızın bir bilançosunu yapma fırsatını verir.
Konunun bir yandan 90'lı yılların ortalarına doğru bilinçlenme düzeyine gelen Alevi inanç, sosyal ve kültürel ortamında diğer taraftan da yetmişli yılların sonlarında aşırı sağ-aşırı sol çatışmalarının ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinin olduğu ortamda olması inançların ve ideallerin sorgulanmasını daha da açık bir şekilde ortaya konmasını sağlıyor.
Yönetmen olarak öyküyü senaryolaştırırken yaptığım seçimler şunlardı:
a- Süha'nın başına gelen kaza onu ölümle karşı karşıya getirir. Öyküde olduğu gibi filmde de, Süha'nın, yola baygın uzanmasından itibaren anlatılanları, gerçekten mi yaşadığı yoksa bir kaç saniye, dakika veya saat süren bayılma esnasında, şuur altına attığı bir takım sorunların su üstüne çıkmasıyla, hayalinde mi yaşadığı kesin bir cevap bulamadan sona kadar devam eder. Yani diğer bir deyişle 'Süha gerçekten İsmayil'in görüldüğü 'görgü cemine' mi şahit oldu yoksa İsmayil 'sadece' Süha'nın şuuraltı kişiliği mi, Süha'nın her zaman saklamaya çalıştığı başka (Alevi?) bir yüzü mü?' sorusu açık bir soru. Fakat....
Ahmet Ümit, Süha'nın hikayesini (yani hissi hayatındaki başarısızlıklarını, siyasi ideallerindeki çıkmazlarını, partiye özel hayatını feda etmesini, gerçek, derin, içten arkadaşlarının olmamasını...) ve İsmayil'in hikayesini (Aleviliğini, Aleviliğin ideali olan "Kâmil İnsan" olma hedefini ve bu yolda ödün vermeden sonuna kadar gitmesini) birbirine paralel olarak anlatır. İki hikâyenin yan yana anlatılmasından doğan titreşimleri ve fikir bütünlüğü çıkarmayı okuyucusuna bırakır. Filmde ise görsel yönden verilen ip uçları iki hikâye arasında "fizikî" köprüler atarak anlatımı daha iç içe yapar: Bazı rollerin aynı oyuncular tarafından oynanması (Gülizar-Demet, Bekir Özer- Hızır, İsmayil- Kamyon şoförü.. gibi), hatta Süha ile İsmayil'in birbirlerine çok benzemesi.... Ama bu iç içe anlatım filmde iki hikâyeyi birbirine daha da yaklaştırıp Süha-İsmayil ikilisinin hikâyesini tam olarak 'iki kültürün, iki felsefenin, iki dünya anlayışının birleşmesinin' hikâyesine indirebiliyor mu? Seyirci filmin sonuna kadar 'Süha ile İsmayil aynı kişinin biri materyalist-diyalektik diğeri idealist iki görünüşü mü?' diye sorabiliyor mu? Sorular açık kalmalı. Cevap her seyircinin filmi algılamasında...
b- Ahmet Ümit'in öyküde yazdıklarının haricinde verdiği bilgileri değerlendirerek İsmayil'in gerçekten yaşayıp intihar ettiği köyü buldum.
Tokat'ta genellikle Hubyar Sultan Aleviliği hakim. Fakat 1840-50 senelerinde Veli Baba, Hubyarcıların Aleviliği yozlaştırdığını söyleyerek, Zile etrafındaki Beydili Sıraç kökenli 37 köy halkıyla, kendi adını taşıyan bir ocak kurdu. İlk yaklaşımda bu Aleviliğin 1240'lı yıllardaki Baba İshak, Baba İlyas'ın ve Hace Bektaş Veli'nin tarihçi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'ın tarif ettiği, Anadolu Kalenderi-Babai-Yesevî Aleviliğine çok yakın bir Alevilik olabileceği kanaatine vardım. Tabii bunu ilmi açıdan daha ciddi bir şekilde incelemeden kesinlikle söylemek imkânsız. Çünkü bir taraftan o devirde "Anadolu Aleviliğini" teşkil eden Babaîliğin, Kalenderîliğin, Vefaîliğin, Haydarîliğin, Yesevîliğin ve sonrada Balım Sultan öncesi Bektaşiliğin erkanının tam bütün ayrıntılarıyla bilinememesi karşılaştırmaları sağlıklı kılmıyor. Diğer taraftan da bugün Veli Baba ocağının gerek Zile Acısu köyü etrafındaki 37 köy halkının, gerekse bu köy halklarının İstanbul Şahin Tepe'deki 'Karacaören Cem ve Kültür Evi'indeki cemlerinin erkânını benim yaptığımdan daha ciddi incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Gördüklerim bana Beydili Sıraç Türkçesiyle Horasan Türk kültürünün ağır bastığı bir Alevilik olduğu intibaını veriyor.
Benim için, görsel açıdan, İsmayil'in yaşadığı Aleviliğin erkanını ve din bilimini tam bir gerçeklikle ekrana yansıtmak lâzımdı. Ama aynı zamanda da bu filmde yöresel ayrıtlıları aşıp bütün Alevilerin ortak yönlerine hitap etmeyi hedefledim. Gereken dengeyi bulduk mu? Onu seyirci cevaplandıracak.
c- Öyküye göre film, son sekansları (Hızır ve cenazenin yere düşüp açılışı sekansları) beklemeden, Türk kültürünün mistik ağırlığını biraz daha erken ortaya koyuyor. Röportaj gerçekçiliği olan sekanslar yanında tamamen Orta Asya Türk kültürünün Gök Tanrı inançlarının Alevilik uzantısıyla beslenen mistik olaylar gösterilir: Güneşten güvercinin çıkıp İsmayil'in yanına haberci gibi gelmesi, derede kendine baktığında Ali'yi görmesi, İsmayil'in güvercin donuna girmesi, Gülizar'ın İsmayil'in intiharından sonra onu görmesi, Hızır'ın görünmesi gibi. Tabii cenazenin yere düştüğü sahne de hem mistik ağırlık bakımından hem de öykünün, hikayesi anlatılan kişiler tarafından nasıl değerlendirildiğini göstermesi bakımından önemli..."Romancı Ahmet Ümit de "Sadece inançla yaşanır mı?" diye soruyor ve ekliyor:
"Film bir kazayla başlar; üniversitede araştırma görevlisi Süha'nın arabasıyla bir köy mezarlığının duvarına çarpmasıyla... Gök yarılmışcasına yağmur yağmaktadır, Süha gecenin içinden geçen bir tabut görür, frene basar... Gözlerini açtığında bir köy mezarlığındadır... Kendini mezar taşlarının arasında bulan Süha, boş bir mezardan geçmiş yaşamına doğru ilginç bir yolculuğa çıkacaktır. Mistik, gizemli ve gerilim yüklü bir yolculuk.
Bu yolculukta, boş mezarın ölüsü Alevi genci İsmayil, kendini arayan Süha'ya rehber olacaktır. İsmayil'in yaşamı Süha için bir aynadır. O aynada Türkiye'nin yakın tarihini, 12 Eylül Darbesi'nin öncesini, darbe dönemini ve sonrasını görecektir. Ve o fırtınalar içinde kendi gençliğini.
İsmayil ise başlı başına inancın simgesidir. Gündelik yaşamın verdikleriyle yetinmeyen bir insan. Görünenin arkasındaki sıra erişmeye çalışan bir idealist. Bu sırra erişmeye çalışırken sırlara karışan bir inanç insanı...
Süha ile İsmayil'in farklı iki ömür serüveni, aynı arayışta hemhal olup, birbirine karışacaktır. Arayış, bilinmeyene değil, saf olana, güzele olana, iyi olanadır. Ki bu yolculuğun başladığı yerde de, yolda da, sona erdiği noktada da insandan başkası yoktur. Korkuları, cesareti, yanlışlığı, acizliği ve kahramanlığıyla insan. Çünkü, önemli olan yol değil, yolculuktur.
Sona eren yol, insanın varlığı değil, o mecradaki yolculuğudur. Yol aktığı sürece inanç da vardır. Kaybolan inançlar, yitirilen idealler, korkulardan, aşklardan, umutlardan yeniden doğacaktır. Çünkü insan yaşadıkça umut kaybolmaz."Ersan Arsever (Yönetmen - Yapımcı)
Ankara 1942'de Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Galatasaray lisesinde 1962'de tamamladı. Belçika Brüksel'de INSAS'ın (Institut National Superieur des Arts de Spectacle) Sinema ve Televizyon Bölümü'nü bitirdi. Yüksek öğrenimi esnasında, üç yıl RTBF'de (Belçika Radyo Televizyonu) Radyo'nun Fransızca konuşulan kesiminde, "Radio Liége" stüdyolarında, haftada bir saat Türkçe yayın yaptı. Televizyon yönetmenliği diploma çalışması olan "Mademoiselle Julie"nin TV adaptasyonu, RTBF tarafından televizyonda ilk renkli denemenin temeli olarak alındı ve böylece televizyondaki ilk çalışmasını gerçekleştirdi. Belçika'da André Delvaux'nun çektiği "Un soir, un train" (Yves Montand, Anouk Aimée) uzun konulu filmde stajyer olarak çalıştı. Türkiye'ye döndü. Mayıs 1970 - eylül 1972 arasında İstanbul'da Manajans reklam şirketinde yönetmen ve Reklam filmleri sektörü sorumlusu olarak görev yaptı. Yönetmen - Kameraman - Kurgucu olarak kırka yakın sinema reklam filmi çevirdi. Deneme yayınlarını bitirmiş olan TRT'de gösterilen ilk konulu reklam filmini (Murat 124) yaptı... Eylül 1972'de Türkiye'den ayrıldı. İsviçre'nin Cenevre şehrine yerleşti. Halen Cenevre'de yaşıyor...
Aralık 1972'de İsviçre Televizyonu yönetmenlik girişini kazandı ve mayıs 1973'den itibaren Television Suisse Romande'da (TSR) çalışmağa başladı ve ocak 2004'de de emekli oluncaya kadar bu kurumda görev yaptı.
TSR'de yönetmenliğinin yanında 1978'de ve 1988-89 yıllarında geçici olarak yapımcı-yönetmenlik üstlendi. 1992 sonundan itibaren emekliliğine kadar devamlı yapımcı-yönetmen olarak çalıştı. 1976'dan itibaren İsviçre Gazeteciler Federasyonu'na "Fédération Suisse des Journalistes" (FSJ) bağlı Leman Gazeteciler Birliği'ne ("Syndicat Lémanique des journalistes" - SLJ), aynı zamanda 1973'den itibaren de İsviçre Media Sendikası'na ("Syndicat Suisse des Mass Médias" - SSM), emekliliğine kadar kayıtlı faal "yönetmen-gazeteci"ydi.
2004 ocak ayı sonunda, TSR'in idareci kadrolarına tanıdığı haktan istifade ederek zamanından önce emekliye ayrıldı. İstanbul'da eşiyle birlikte "Şaman Film Şirketi"ni kurdu...
Filmografi (seçme)
Eğlence programlarında
• "Zygomatik" adlı müzikal komedi
• Modern Bale ( 1976 "Prix d' İtalia")
Haber programlarında
• "Tell quel" için 25'lık 60 civarında röportaj ve dokümanter (bunlardan birisi Francophonie - "Fransızca konuşulan televizyonlar"da senenin en iyi kısa söyleşisi seçildi).
• "Temps Présent" için 55'lık 50 civarında söyleşi.
Yapımcı - Yönetmen
• 1978 "Si c'était vous" adlı 12 yayınlık konulu bir dizi: 25' süren bu serinin senaryolarını İsviçre'nin tanınmış yazarları yazdı.
• 1987 - 88 haftalık 55'lık "Courants d'arts" adlı canlı ama içinde röportajların bulunduğu yayın.
• 1987 - 88 onbeşte bir yayınlanan "Livre a vous" edebiyat programı. Yves Lassueur ile ortak yapılan bu yayın 55'.
• 1992 eylülünden itibaren 1999'a kadar haftalık 55'lık "Pas de Probléme" güncel ve psikolojik meselelere ve çözüm yollarına değinen prime time (cuma 20-21 arası yayınlanan ) program. Muhtelif değişiklerle 7 sene süren bu yayında zaman zaman 10' ila 25' arasında temayla ilgili özel skeçler de vardı. Senede 4 defa da 2 saatlik özel yayın da yapıldı.
• 1994 TSR 40. kuruluş yılındaki özel gece için müzikal komedinin sahneye koyucusu, Tv yönetmeni ve ortak yapımcısı.
• 1999 - 2002 arası sıhhi meselelerle ilgili 15 günde bir, iki saatlik söyleşilerin de olduğu yayın: "Comment ca va?"
• 2002 - 2003 haftalık, yine cuma gecesi "prime time"de, 55'lık söyleşilerin de olduğu "Faits divers" adlı hukuki ve adli olay ve sorunları ele alan canlı yayın.
• 2004 ocak ayında, "Aile içi şiddet" üzerine 90'lık programın 25'lık konulu film kısmının ve ardından da stüdyo yönetmenliği. [KanalKultur]
Detaylı bilgi için bakınız: → Bir ses böler geceyi
"Bir Ses Böler Geceyi" / Yönetmen - Yapımcı - Senarist: Ersan Arsever; Orijinal Senaryo: Ahmet Ümit; Oyuncular: Cem Davran, Merve Dizdar, Gün Koper, Rıza Akın, Turgay Tanülkü, Recep Yener, Müfide İnselel, Ali Sürmeli, İpek Tenolcay, Ahmet Ümit, Turgut Özdemir, Fikret Altunhan, Sedat Zengin, Cengiz Yalçın, Kemal Doker, Şahin Özgenç, Bahtiyar Engin, Olgun Toker, Diren Polatoğulları, İsmail Sağlam, Cemal Özer, İsmayil Oral, Şükrü Yıldız, Ahmet Kalkan, Ulaş Bakır, Oğuzhan Ertan; Yönetmen Yardımcısı: Cem Terbiyeli; Görüntü Yönetmeni: Aldo Mugnier; Sanat Yönetmeni: Gülay Doğan; Ses Alıcı: Sertaç Müldür; Ses Tasarım: Sedat Polat, Emrah Aydoğdu; 35mm Stüdyo Hizmetleri- İstanbul; Dolby Digital İmaj; Müzik: Bora Ebeoğlu, Cengiz Onural; Müzik Kayıt: studio aria / Üsküdar, Bebek; 97'; 2012, Türkiye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder