Bu Blogda Ara

8 Kasım 2013 Cuma

Ramazan Çakıroğlu: Mahzen

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Makine mühendisi bir baba ve lise mezunu bir annenin birinci çocuğuyum. Hepi topu zaten, iki kız kardeşiz. Ülkemden, Batı Avrupa ülkelerine göçün en yoğun olduğu yıllarda doğmuşum. Babam nerden esinlendiyse benim adıma Selvi, kardeşiminkine de Filiz, koymuş. Doğduğum yer, şimdilerde moda deyimle, Kapadokya olarak bilinen bölgedir orası. Ve doğduğum topraklarda beş yaşıma kadar kaldığımı anımsıyorum. Bilmem hangi sultandan kaldığı söylenen o bağları, hiç unutmam. Şehrin burnunun dibindeki bu kasaba, adını o bağlardan alır. Yaz gelir gelmez, yer gök berekete keserdi. Hele o üzüm bağları. Bağlar içindeki asmalar. Ayının kırk türküsünün de armut üzerine olduğu gibi, ne zaman çocukluğumun anı çıkınını açsam, anılarımın kırkı da bağ ve üzüm üzerinedir.

Sultanbağları'nda meyvenin de bin bir çeşidi yetişirdi. Ama ille de üzüm bağları. Ve evde yapılan küp şarapları. Mis gibi üzüm, toprak ve şarap kokardı. Babam şöyle derdi: "Şarap sadece içilmez. Şarabı koklamasını öğrenemeyen, şarap içemez. Şarap bir aşktır, sevdadır." Bunun ne demek olduğunu, yaşadıkça ve şarabı koklamayı öğrendikçe anlıyorum. Şarap, gerçekten hiçbir içkiye benzemiyor. Gerçekten de sevda gibi. Tadı bir kere damağınıza değdi mi, o tat her seferinde derinleşir. Derinleştikçe insanı sarar, çağırır ve içine alır. Derinleşme eğimi bitmeyen bir deniz gibi…

Bunları düşünürken, çocukluğuma ne zaman baksam; sanki makasla kesilip, bir kısmı bir yana, diğer kısmı da başka bir yana atılmış gibi görürüm. Daha kendi dilimi tam öğrenememiştim ki başka bir ulusun dilinin içine düştüm. İlk zamanlar, her şey bana yabancıydı. Aylarca başka çocuklarla konuşmadım. Çünkü onlar benim gibi konuşmuyor, benim gibi oynamıyorlardı. Bu çok uzun sürmedi. Demek ki gittikleri yerlere en kolay, çocuklar uyum sağlıyor. Başladığım okullar yalnızlığımı kırdı. Belleğimde Köln'ün arka sokakları ve çeşitli renkteki çocuklarla haşır neşirliğim kalmış…

Bunlardan hiç ama hiç unutmadığım ise, yetmişli yılların ilk yarısında geldiğimiz; iki katlı, geniş bodrumlu, sarı boyalı Alman evidir. Hem o ev, hem de o evde geçenler dün gibi aklımda. Biz daha Köln'e ayak basmadan babam krediyle almış bu evi. Demek ki bizi alacağını planlamış. Babam oldum olası, mükemmeliyetçi bir adamdı.

Evin önü, ana caddeye çıkan sokağa, arka cephesi ise bahçemizin hemen bitiminden mahallede derinleşip giden yola açılırdı. Evin önünde de küçük bir bahçe vardı. Sokak kapısından geçip, evin girişi kapısı açıldığında geniş bir hol karşılardı bizi. Nedense bu hole girince memlekete girmiş gibi olurduk. Yaramazlığımız tutar, çığlıklarımız annemi yukarıdaki kapıya çıkarırdı. Hol'ün en dipteki ucundan ise, bodruma bir merdiven inerdi. O yıllarda ben bodrumu bir iki defa görmüştüm. Geniş ve çeşitli bölümleri olan bir yerdi. Bahçeye bakan yarım pencerelerinden bazı evlerin pencereleri görünürdü. Ortasında ise direkler vardı. Ama yaşanabilecek kadar da derli topluydu. Babam işten arta kalan zamanının nerdeyse tamamını burada geçirirdi. Ve buraya "mahzen" derdi. Bazı eşyalarını ve büyükçe bir masayı buraya koyduktan sonra, bize de mahzene girip çıkmayı yasakladı. Mahzenin, bir de kilise anahtarı gibi, tutacak yeri süslü, içi oyuk bir anahtarı vardı. Babam, bu anahtarı nereye saklar, saklar bir türlü bulamazdık. Muhtemelen yanında götürür, arabasından ayırmazdı.

Biz akşamlarımızı annemizin yanında geçirirken, babam mahzende olurdu. Orada saatlerce kalmasına bir anlam veremezdik. Annem; "Çalışıyor" derdi sadece. Bazı akşamlar, gece yarısına doğru, kucağında bir şişe şarapla, çakırkeyif çıkardı yanımıza. İşte o zamanlar, sohbetine doyamazdık onun…

* * * 

Yıllar böyle geçti. Ben lise iki dengi olan okuldayken, kardeşim de oradaki ilköğretimin sonuna yaklaşıyordu. Babam o sene izine bizsiz gitti. Giderken de garajdaki arabayı üç beş günde bir çalıştırmamızı tembihlemeyi ihmal etmedi. Annem, ben ve kardeşim orada kalmıştık. Bu ayrılık bize babamın mahzene indiği saatlerden de zor geldi. Ben ve kardeşim ana baba kuzusu olarak büyümüştük.  

Bir öğle vakti, annem kardeşimi de alarak pazara çıktı. Onlar çıkar çıkmaz, bir süre arabayı çalıştırdım. Motoru durdurduğumda, aklıma mahzenin anahtarı geldi. O odaya mutlaka girmeliydim. Önce torpido gözüne baktım. Çok düzenliydi. Ön yüzde kasetler vardı. Kasetlerin altında, mahzen anahtarının süslü sapını görünce, kalbim hızla çarpamaya başladı. Sanki bu anahtar bana, bilinmezler dünyasının kapısını açacaktı. Onu oradan aldım. Sağ avucumda öyle sıkmışım ki, mahzenin kapısına varıp avucumu açtığımda, anahtarın şekli avucuma çıkmıştı. Anahtarı alıp, kilide taktım. Sola doğru çevirdim. Kapıyı ittim. Kapı inleyen bir metal gıcırtısıyla açıldı. Açıldı ama, sanki önümde yeni bir dünya da açıldı. Kapıda bir süre donakaldım. Yıllar öncesinin otantik Alman Masası duvara bitişik duruyordu. Masamın hemen önünde bir çalışma koltuğu vardı. Duvarlar ise bölüm, bölüm ağzına kadar şarap doluydu. Her marka şarap ayrı yerlere yerleştirilmişti. Masanın üstünde sıralı kağıtlar vardı. Sağ tarafta eski çelik bir dolap vardı. Dolabın yanında özenle dizilmiş bir düzine kadar şarap daha vardı. Şaraplardan birini elime aldığımda, şişenin üstündeki kağıda, el yazısıyla özenle bir şeyler yazılmış olduğunu gördüm. Şaşkınlık ve hayranlık içinde okuduğumda "10 Nisan 1968. Kızımın dünyaya gözlerini açtığı gün." Bir diğerine baktım. "10 Nisan 1988. Filizin dünyaya gözlerini açtığı gün ve on sekizinci yaşı için." Nerdeyse, tüm önemli günler için her şarabın üstüne bir not düşülmüştü. En dipteki şişeye uzandım. "10 Nisan 1966. Evlendiğim gün." yazıyordu.

O güne kadar, on nisan'ın bizim için önemi üzerinde çok durmamıştım. Bir on nisanda evlenmiş, bir on nisanda ben doğmuşum, diğer on nisanda da kardeşim Filiz doğmuş. Aman tanrım! Bu nasıl bir işti böyle?...

Diğer taraflardaki şaraplara baktım. Her marka şarap kümesi eşit görünüyordu. Bir grubu saydım. Tam otuz üç taneydi. Diğer grubu da saydım. Onlar da otuz üç taneydi. Hepsi otuz üçer taneydi… Hepsi Türk şarabı ve hepsinin de ayrı bir öyküsü ve görevi vardı…

Etrafı iyice kolaçan ettikten sonra, elim birden çelik dolaba gitti. Dolabın anahtarı üzerindeydi. Açtığımda, özenle ciltlenmiş, kalın ve mor bir defter gördüm. Açtım, okumaya başladım. Okudukça şaşırdım. Elim ayağım titredi.

Defterin ortalarına göz attım. Evlilik anıları var. "Kendimle ilgili bir şeyler de vardır" diye düşündüm. Ve buldum. Buldum ama o gün, ben de öldüm…

* * *

Odadan çıktım. Anahtarı yerine nasıl koyduğumu anımsamıyorum. Eve çıkıp, yatıp uyumuşum. Babamın o izninde, annem ve kardeşim evde olmadığı zamanlar tüm zamanımı mahzende geçirir olmuştum. Bakmadığım cisim, okumadığım yazı kalmadı. Hatta o mor defteri en az üç kez okudum. On yedi yaşımda böyle bir sırla nasıl yaşardım ben?...

Babam geldiğinde bir aksam onunla konuşmaya karar verdim. Uygun bir zamanda yanındaki koltuğa oturdum. Babam gözlerimin içine baktı ve:

– O odaya girdin değil mi?... dedi.

– Evet, dedim

– O zaman bir yıl daha sabır et. Yanıtını vereceğim, dedi.

On sekiz yaşıma girer girmez büyük bir aşk yaşadım. Ve evlendim. Bir akşam babamı misafir ettim. Yine yanında oturdum. Daha ben sormadan, "Hayır…" dedi.

Ondan sonra da bazı akşamlar, oturup şarap içtik. O mahzeni hiç söz konusu yapmadı. Söz ne zaman oraya gelecek olsa, konuyu değiştiriyordu. Mahzen onun her şeyiydi. Geçmişi, geleceği ve kalesiydi. Mahzeni konuşursa, sanki orta çağ'da kalesi düşecek bir komutan edasındaydı. Anneme sordum bir ara, "O odanın içini hiç görmedim" dedi… Bütün bunların yığılmış olasından olmalı ki, kalp krizi geçirdim. Hastaneden çıkınca beni, Sultan bağlarındaki evimize götürdü. Bağ evinde bir şişe şarap açtı.

– Beni dinle, dedi…

Dinledim. O akşam, o şarabın markası ben de bambaşka bir anlam kazandı.

Annem bana hamileyken, babam beni erkek diye beklemiş. Ama hangi annem hamileyken? Sultan bağlarında babamın gizli aşk yaşadığı kız, babamdan hamile kalmış. Güya, şu andaki annemle ayrılıp, onunla evlenme amacında. Almanya'ya iş kağıdı çıkar çıkmaz, babam yollara düşmüş. Annem Sultan bağlarında kalmış. Öz annemin hamileliği, ortaya çıkmadan, babamın en yakınıyla evlenmek zorunda kalır. Babam, annemin vilayette doğuma yattığını öğrenir, öğrenmez çıkar gelir. Dayanır hastane kapısına. "İlla çocuğumu isterim" diye. Aile meclisi toplanır. Ve acı karar çıkar. Annemi ve annemle evlenen yakınımızı da ikna ederler.

Hastanede bebek öldü denir. Ve muhtardan alınan doğum belgesiyle, babam kendi nüfusuna geçirir. Şu andaki anne dediğim insan beni büyütür. Ve bu sır da on yedi yıl mahzende saklanır. Şu anda ise bunu ailede bir ben biliyorum. Annemin de bildikleri var. Diğer annemin de. Sahi hangisi benim annem? Aşkı uğruna hamile kalıp doğuran mı? Emek verip büyüten mi? Hangisi annem olursa olsun, ben yine o mahzenli evdeyim. Anılar geçmişe bağladı bir kere. Ayrılamam ki…

Babam öldükten sonra, mahzenin anahtarını vasiyetnameyle birlikte bir avukata bırakmış. Avukat gelip buldu beni. Şimdi bazen yine iniyorum mahzene. Ben de yeni şaraplar koydum. Babamın bıraktığı şarapların görevi bitmiyor. Kırkıncı yaş günümüz için bile, şarap hazırlamış. Benim şarabım geçen yıl açıldı. Kardeşimin kırkıncı yaşı gelecek yıl. Bakalım olan bitenden habersiz o şarabını açacak mı? Hep birlikte göreceğiz…

Yıllardır düşündüğüm ve içimi kemiren sorular şunlar: Ömür boyu bu yükü benim omuzlarım nasıl taşıyacak? Bunları bölüp, paylaşabileceğim bir insanın elini tutabilecek miyim? O omuz beni anlar mı? Başımı bile kaldırmadan, dünyama çöken düşünceler nasıl temizlenecek? Uçmakta olduğum uçurumun dibi nerde? Bilen var mı? [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

10 Nisan 2008 / Köln

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder