Bu Blogda Ara

1 Kasım 2013 Cuma

Ramazan Çakıroğlu: Irakımı içiyom, müzifimi dinniyom, sen sürün? - Değirmen Pakize

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Kömür ocaklarında çalışan üç maden başçavuşu olarak, her ay, belli bir yer tespit etmeden, düşerdik yollara. Amacımız, ayın yorgunluğunu biraz da olsa geride bırakmaktı. Kara yerin üç yüz- dört yüz metre altında çalışmak ve o kadar işçinin ve işin sorumluluğunu almak kolay değildi. Her ay iflahımız sökülüyordu. Ölümle burun buruna gelmediğimiz gün yoktu. Ağır bir sorumluluk vardı başımızda. Müessese üretim artsın isterken, ocaklar ise ölüm isterdi. Bu ikilemde aklımızın başımızdan uçtuğu çok olurdu. Dışarıya çıkıp, bir sigara, bir çay içtiğimizde, yer altında kendi yaşadıklarımızı kendi aklımız almazdı…

Bazen ocağı metan gazı, bazen sel basar; bazen de göçük olurdu. Nerdeyse her gün bir yaralımız vardı. Arada bir ölü verirdik. Ya da toplu ölümlerle sonuçlanan kazalar olurdu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, yukarıdan gelen "üretim artsın baskısı" bizi zıvanadan çıkarırdı. Evde de eşin, çocuğun istekleri başımızdan aşardı.. Hiç mi yaşamaya hakkımız yoktu? Yarın bir gün, ya grizuyla birlikte kömür olup gidecektik ya da ölümüz yerin altından bile çıkarılamayacaktı. Bari ölmemişken, biraz yaşamak lazımdı…

Onun için, her ay gideceğimiz yeri, yolda kararlaştırırdık. Yıllardır bizim gurupta bu gelenek haline gelmişti. Bu sefer de öyle oldu. Candan, Ahmet ve ben, cuma akşamından yine yola çıktık. Bu sefer araba Ahmet'indi. Direksiyonda da o vardı. Harala-gürele bir saate yakın süren yolculuktan sonra Ahmet, acemi bir Karadeniz diliyle; "Ula uşaklar, bu taraflara hep celeyruz. Şehur yerlerinde kafamız şişiy. Buralarda Hoşdere diye bi yer var imuş. Denuzu, manzarasu, baliğu harika imuş. Ve de orada salaş bir lokanta da bulunur imuş. Oraya cidelum mu?" dedi.

Ben de onun şivesine uyum olsun diye "Ula nerededur bu Hoşdere, Boşdere?" dedim. Bunun üzerine Ahmet; "Siz karişmayun. Ben orayı cörmedum ama, yolun girişini bileyrum" dedi. Biraz sonra, direksiyonu hızla deniz yönüne doğru kırdı…

Toz toprak içinde, bir yolundan ilerlemeye başladık. Etrafımızda, buğdayı biçilmiş tarlalar uzanıyordu. Arazi engebeliydi. Tarlaların bitiminde başlayan orman içinde manzara bir harikaydı. Yolumuz aniden, masmavi akan bir dere boyuna çıktı. Yolun ikiye ayrıldığı yerde, sağda tahta tabela üzerine, ayakkabı boyasıyla yazılmış eğri büğrü bir yazıda , "Hoşdere Plajına Gider" yazıyordu…

Toplam, otuz-kırk, kilometre kadar gelmiştik ki, derenin boyunun ufku daha da açıldı. Yükseklik olarak bizden aşağıda kalan vadiyle birlikte, önümüze deniz serildi. Yol sağa kıvrılıp, yayvanlaşıp kumsala iniyordu. Kumsala girmiştik ki, Ahmet; "galiba dül dül topalladı" dedi. İndiğimizde, sağ ön lastik iniyordu. Ama bu moralimizi bozamadı. Ortalıkta bırakılmış beş-on parçalarından bir iki tanesiyle, aracı takoza alıverdik. Olduğu yerde de öylece bıraktık…

Kumsal, denizle tatlı bir eğimle kucaklaşıyordu. Orman, sahil ve deniz sanki bir cennetti… Ormanla denizin arasını, pırıl, pırıl altın renkli kumlar süslüyordu. Bu küçük vadi, sırtını meşelik, kestanelik ve ıhlamur ağaçlarının doldurduğu yamaca yaslamıştı. Sahilin solundan akan dere sessiz, sakin ve dingindi. Kıyıyı okşayan dalgalar kumsalla sevişip duruyordu…

Ormanla kıyının birleştiği ilk düzlük alanda, tahtadan salaş bir yapı çoktan "ben buradayım" demişti. Ocağında tam kurumamış meşe odunu olmalı ki, bacasından mavimsi bir duman süzülüyordu. Yapının biraz ilerisinde, plaj kabini olarak kullanıldığını düşündüğüm, irili ufaklı birkaç küçük baraka daha duruyordu.

Biz de olmasak, sanki etrafta in cin top oynuyordu. Bu sessizliği, bir köpek havlaması bozdu. Çelimsiz bir ev köpeği, hem bize doğru havlıyor, hem de kuyruğunu yere yakın uzatarak sallayıp, yılışıyordu. Bu onun, bizim gibi müşterilere alışkın olduğunu gösteriyordu. Havlarken, "korkmayın ama ben de buradayım" der gibiydi. Sezon bitmekte olduğu için, buranın sessiz ve öksüz kaldığı her halinden belli oluyordu…

Candan udu, Ahmet rakıları ve darbukayı, ben de nevaleleri bagajdan çıkarıp yürümeye başladık. Salaş barakaya yirmi-otuz metre kalmıştı ki kırk-kırk beş yaşlarında, uzunca boylu, esmer, ince yapılı bir adam belirdi kapıda. Arkasından da on iki-on üç yaşlarında bir erkek çocuk, adamın arkasından kafasını yandan uzatıp bize baktı. Adam, daha selam bile demeden, sağ koluyla havada geniş ve sevimli bir yay çizerek, "gelin" işareti yaptı. Selam-sabahtan sonra bize; "Rakı, nevale vardı. Zahmet etmeseydiniz" dedi. Ahmet; "Ne olur, ne olmaz dedik" diye cevapladı.

Bu konuşmalar geçerken, adam "Bana Ati derler. Babam hep kız olsun istemiş. Beş erkekten sonra doğunca Atiye koymuş adımı. Ben de değiştirmedim. Alıştım gitti…"

Ati, masaya o yörenin adıyla anılan büyük bir salata tabağı kondurdu. Rakıları ve nevaleleri buzdolabına koydurttu. Mangalı canlandırdı. İşini çok iyi bilen bir adam edasıyla, bize bile sormadan önce mangala bolca balık attı. "Meşhur pirzolamız da var. Hesabımız incedir. Rahat olun" dedi…

Bu sırada Candan udunu akort etti. Ahmet darbukasını elden geçirdi. Bir iki şarkıya giriş yaptılar. Arada işiyle gücüyle uğraşırken, Ati de bize eşlik ediyordu. Arada teklifsiz bir kaynaşma başlamıştı. Kaynaşmanın konusu, Ahmet ve Candan'la, Ati'nin ortak dostlarına kadar yayıldı...

Böylesi güzel bir manzara ve akşamla buluşmakta olan ikindi güneşi bizi büyülemişti. Biraz yemekten sonra, denizde bile yüzdük. Kumsala uzandık. Kimimiz şekerlemeyi tercih etti. Çünkü önümüzdeki zaman boldu. Kalktığımızda daha da dinçleşmiş olduğumuzu gördük. Hepimiz çelik gibiydik. Tekrar masamıza döndüğümüzde ise, güneş çok uzaklarda Karadeniz'e kütle olarak düşmüş, kıpkızıl bir ışık yayılımıyla sanki deniz yanıyordu…

Biz çalıp söyleyip, yiyip içerken zaman da boş durmuyordu. Akşamın alacası, gecenin koynuna girmek üzereydi. Epeyce demlenip yol almıştık ki, bir ara köpeğin yine havladığını ve yılıştığını gördüm. Motor sesine dönüp baktığımda ise, kırık dökük, boyası solgun bir Renault otomobilin, bizim aracın arkasından bir yay çizerek sahile girdiğini gördüm. Binaya yakın bir yerde durdu. Sandalyemi duvar tarafına alıp, gelenleri görmeye çalışıyordum…

Önce otomobilden şoförü indi. Onu ön koltuktan inen orta yaşa yakın, eşarplı ve uzun boylu bir kadın izledi. Arka koltuktan, yılışık kılıklı bir adam daha indi. Atiye onlara doğru baktı. Zayıf, esmer ve seyrek sakallı yüzüyle, sinsiliği çağrıştırır şekilde gülümsedi. Ve yine sağ koluyla havada bir yay çizerek, onlara da "gelin" işareti yaptı. Candan, şarkısını yarıda kesti. Biz de ona uyduk. Ati; "Devam edin, onlar yabancı değil." dedi. Candan;" Olsun, sonra devam ederiz" dedi.

Gelenler, bize de selam verip, el sıkıştılar. Ötemizdeki masaya oturmadan, Ati'yle öpüştüler. Kadınsa Ati'yi asık bir suratla sildi geçti. Dik ve sert bir yürüyüşle masanın öbür başına yürüdü. Üzerinde pamuklu kumaştan dokunmuş, hazır giyimden bir entarinin altında göğüsleri dalgalanıyordu. Elbisesi zaten dolgun ve düzgün olan vücudunun hatlarını ortaya dökmüştü. Eşarp'tan uzun kumral saçları, omuzlarına taşmıştı. Sandalyede kendisini arkaya yasladı. Bu hali, sanki bir şeye meydan okuyor gibiydi. Ben bunu, kadınlığına ve güzelliğine olan aşırı güvenine verdim…

Arada bize doğru da bakıyordu. Bir ara göz göze geldiysek de, tuhaf bir şekilde bakışlarını kaçırdı… "Böyle güzel ve alımlı bir kadının burada ne işi var?" derken Ati'nin çırağı, el alışkanlığıyla çoktan onların da masasını kurmuştu. Rakıları açılmış, kadehleri şerefe kalkmıştı. Onlarla gelen şoför, Candan'a "Çal be birader. Eğlenmeye geldik" dedi. Candan da gülerek, bana dönüp; "Başçavuşum bilir, çalalım mı başçavuşum?" deyince, adam sanki şoka uğradı. "Ne başçavuşu, jandarma başçavuşu mu?" dedi. Bunun üzerine Candan; "Korkma, değil, biz ocak başçavuşuyuz" diye durumu düzeltti. Peşinden de Ahmet'in darbukası, Candan'ın udu eşliğinde, ‘Düriyemin güğümleri'nden girildi, ‘Osman Aga' dan çıkıldı. Bu arada, masalar nasıl birleşti anlayamadım. En son, kadının eşarbını çıkardığını, kestane rengi saçlarını ortaya döküp, şöyle bir savurduğunu anımsıyorum…

Zaman ilerledikçe, rakılar şişede durduğu gibi durmadı. Vur patlasın, çal oynasın, sürüyordu gece. Yeni gelen, iki adam ve kadın çok eski dost ve birbirine aşina insanlar gibi konuşuyorlardı. Sıradan laflarla kadın da katıldı sohbete. Daha çok benimle konuşmak ister gibi bir havası vardı. Candan müziği kestiğinde, ben de lafı yerine getirip; "Çoluk çocuk var mı?" deyiverdim. Gözlerini yere döndürdü; "Allah nasip ederse var başçavuşum. Biri oğlan biri kız. Ben üçten ayrıldım. Almanya'da da okuyamadım. Ama onları okutacağım. Entarimi satıp yine okutacağım. Allah'ım yeter ki bana güç versin!" dedi.

Ati, sırıtarak kadının yanına geldi; "Kız Değirmen Pakize, çağırınca neden gelmiyon sen bakalım? Geçenlerde senin diş doktoru geldi. Sana abayı yakmış. Adamı neden ihmal ediyon ki?" dedi. Böylece kadının adını öğrenmiş olduk.

Kadın Ati'yi cevapsız bırakmadı; "Ulan Ati, çağırıyorsun kendin d……ye kalkıyorsun. Raconda var mı böyle şey? Sen söyle Abdullah! Var mı?" diye çıkıştı…

Abdullah, dayı bir edayla Ati'ye ; "Kes şu konuyu be Ati. Pakize'ye başka bir şey söyleme. Affetmem. Bilmiş ol. Ne benim yanımda, ne başka bir yerde. Biz bir ekibiz. Onun ne kadar delikanlı karı olduğunu öğrenemedin mi? Allah'ıma kitabıma delerim ha" dedi. Ati; "Bi şey demedik abi. Sen de hemen kızma! Adam geldi, sordu. Karışmayız bundan sonra" dedi. Abdullah "Karışmayacaksın! Gelen nasıl bulacağını bilir" deyip konuyu kesti attı. Kadehi de başına dikti. Bu arada Ahmet'le göz göze geldik. Yüzümüzden "ortalık karışacak mı?" sorusu geçti. Ahmet, elini hafif şekilde beline götürdü. Ben de aynı şeyi yaptım. Evet, sağlammışız!..

Şişelerde içkiler azaldıkça, insanlar açıldılar. Meğerse bunun için "içelim açılalım" deniyormuş. Bir ara Pakize kalktı. Canı sıkılmış olmalı ki, denize doğru yürüdü. Arada denize taşlar atıyordu. Sonra ay ışığının altında, yüzdüğünü gördüm. Çok geçmeden ıslak haliyle çıkıp geldi. Sanki sudan, başka bir afet-i devran çıkmıştı. Bize doğru gelirken, herkesin başı o tarafa dönüverdi. Üstündekiler bedeninin tüm hatlarına yapışmıştı. Abdullah, Pakize'nin sağ elinden tuttu. O, direnmeden sandalyedeki çantasını uzanıp aldı. Yazın kullanılan soyunma kabinlerine doğru yürüdüler. Sadece çığlık gibi, yüksek bir kapı gıcırtısı duyuldu. Ben "bu bir rüya mı?" diye kendime çimdik atarken, "devam" dedi Ati ve diğer adam. Candan, yine derin bir parça tutturdu. "Batan gün kana benziyor. Yaralı cana benziyor…"

Epeyce zaman geçmişti ki, Abdullah ve Pakize, gittikleri yönün tersinden sessizce çıkageldiler. Abdullah; "Kız, dediklerimden yanına almamışsın. Niye tedbirli olmuyorsun" deyince, Pakize; "O dürzüye ben söyledim. Demek koymamış çantaya. Dur ben şunu bir arayayım" deyip, cep telefonuna sarıldı. Karşıdan telefona cevap verilmiş olmalı ki; "Ne yapıyon lan dürzü? Çocuklar uyudu mu? (…) Dediklerimden niye koymadın lan çantaya. Bunu hesabını ben sorarım saa" dedi. Karşıdaki ses, "Sen nerdesin, ne yapıyorsun?" demiş olmalı ki; "ırakımı içiyom, müzifimi dinniyom, sen sürün lan kupek!" deyip telefonu kapattı. Ve masada kahkaha topu yine patladı…

Yeme, içme faslı biraz daha devam etti. Hava iyice soğumuştu. Kadehler pas tutmaya başladığında arabaya doğru gittim. Radyoyu açtım. Dinlerken, uyuyakalmışım. Gecenin bir vakti, yaşamımda ilk kez sessizliğin sesine uyandım ki, masalarda kimse yoktu. "Kötü bir şey mi oldu acaba?" endişesiyle kalktım. Ağaç yapıya doğru temkinli şekilde yürüdüm. Açık kapının önünde köpek bile kıvrılıp uymuştu. Beni duymadı sanıyorum. İçeriye göz attım. Candan'la Ahmet de olmak üzere, herkes sedirlerde birer birer sızıp kalmışlar. Ortalığı bir horultu sarmıştı. Fakat Pakize ortalıkta yoktu. Camdan, mutfak tarafına da baktım. Bir divanın üstünden Ati'nin sağ eli, yerdeki kuru döşekte yatan çocuğun sırtına düşmüştü. Çocuğa içim sızlasa da elimden ne gelirdi?..

Şafak sökmeye az kalmış, vakit sabaha yaklaşmıştı. Mangalda iyi ki biraz ateş kalmış. Ateşin üstünü ince ve kuru odunlarla yığdım. İki nefeste çabucak alev aldı. Isınmaktayken, bir ayak sesiyle irkildim. Binanın arkasından Pakize çıkageldi. Bu sefer de mavi pamuklu bir eşofman takımı giymişti. Fısıltıyla "Uyanmışsın başçavuşum!" dedi. Aynı fısıltıyla "Nedense uyandım, gel, ısın!" dedim. Fark ettim ki, bir erkekle bir kadın fısıltıyla konuşurken, arada çok özel bir anlam oluşuyor. Aynı ses düzeyinde biraz sohbet ettik. "Bu saate deniz daha sıcak olur." der demez, elimden kaşla göz arasında çekiverdi. Gömleğimi çıkarıp, denize doğru hamle yaparken, baktım eşofmanlarını çıkarıyor. "Aman, sen ne yapıyorsun? Adamlar bizi deler burada!" dedim. "Aman, boş ver. Onlar benim nerede ne yapacağımı bilir. Hiç endişe etme. Bana güven sen!" dedi. Engel olamadım. Üzerindekilerin tümünü çıkarıp, denize atlarken, bir kez daha şaşırdım. O ne kadar güzel ve düzgün bir bedendi öyle. Kusursuz bir orantıydı. Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyordum. Hâlâ yaşadıklarıma inanamıyordum. Epeyce yüzdük. Bir ara geldi, sırtımdan doğru boynuma sarıldı. O anda, sırtımı dünyanın en yumuşak bir çift yastığına dayamıştım. Bunu ateşli bir sevişme izledi. İnsan bedeninin, gecenin ortasında denizdeki sıcaklığını da ilk kez duyuyordum. Denizde ve Pakize'de bambaşka bir ılıklık vardı…

Sahile çıkıp oturduk. Bana hayatını anlattı. Aramızda "sır kalacağına dair" söz istedi. Ben de "söz" dedim. Anlatırken, hıçkıra hıçkıra ağladı. "Ben sana güvendim, ama nedenini bilmiyom?" derken, kollarını yeniden boynuma sarıp, sırt üstü, boylu boyuna uzanıverdi. Elimi yüzüne uzatıp "ağlama" dedim. "Felek zaten ağlatmış. Ama merak etme, çocukları okutacağım" dedi…

* * *

Kumsaldan gün ışırken kalktık. Birlikte giyindik. Lokanta binasına vardığımızda, yine herkes horul, horul uyuyordu. İki ayrı sedirde birer boş yer de biz bulduk. Nasıl uyumuşuz ama. İlk uyanan Ati olmuştu. Baktım orta yerde bağırıyor. "Çoktan öğleyi geçtik ağalar… Kalkın artık. Kahvaltı hazır!" Kolumdaki saate baktım, On dört otuzu geçiyordu. Sırayla herkes uyandı. En son Pakize uyandı. Ati ve çırağı mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamış. Herkes oflaya puflaya kalktı. Her kalkan, ayılmak için kendini önce denize atıp geliyordu. Kurtlar gibi acıkmıştık. Bir ara fırsat bulduğumda Candan'ın kulağına; "Oğlum hayatımızın en pahalı hesabını öderiz herhalde" diye takıldım. Candan güldü. Bu arada Ahmet ve Ati'nin çırağı patlak lastiği değiştirdiler.

Sıra geldi hesaba. Ati eline buruşuk ve kirli bir defter almış, sadece rasgele karalıyordu. Rakam falan göremedim ortada. Belli ki okur-yazar değildi. Hesap şöyle dedi; "Sizin üç duble balık, üç duble porsiyon karışık ızgara, duble salata, duble meyve, eder yüz." deyince derin bir nefes aldım. Candan'a bir ellilik uzatıp; "üzerini yüze tamamlayıver" deyince, Ati; "Yüze tamamlanmaz başçavuşum. Arkadaşların birer porsiyon da kaçak etleri var. Onlarla eder iki yüz. Otelle kahvaltı da benden olsun" deyince, ortada bir kahkaha daha patladı. Olan biteni tahmin ettim. Demek ki ben arabada daldığım sırada, burada bir şeyler olmuştu…

Tek tek vedalaştık. Pakize'yle en son ben vedalaştım. Elimi öyle bir sıktı ve öyle bir sarıldı ki unutamam. O sarılmada benim içim titrerken, onun gözleri nemlendi. Hafif yana doğru dönüp, birkaç adım geriye çekildi…

* * *

Geldiğimiz yoldan geriye döndük. Tam ana yolla çıkar çıkmaz, bir lastikçi gördüm. Ahmet, arabayı lastikçiye yanaştırdı. Selam, kelamdan sonra, patlak lastiği bagajdan çıkardık. Lastikçi, hemen söktü. Biraz sonra elinde çatallı bir metalle, sırıtarak bize doğru gelirken; "Bak abi bak, lastiğe yıldız girmiş" dedi. Hepimiz merakla adamın elindeki metale bakarken; "Yıldız nedir usta? dedim. Usta hin bir biçimde gülerek; "Yoksa siz Ati'nin oradan mı geliyorsunuz?" dedi. Çok şaşırmıştık. "Evet. Nerden bildin?" deyince. "İlk kez gidiyorsanız, Ati'nin yıldızlarına basıp, geceyi orda geçirmek zorunda kalmışsınızdır. Ati de sizi Değirmen Pakize'ye öğüttürmüştür…" deyince şoka uğradım. Şaşkınlığım geçince, her şeyin ortada olduğunu gördüm. Demek ki, ne Pakize ve adamlarının gelişi, ne de Abdullah'ın sahile girerken, bizim kullandığımız girişi kullanmaması bir rastlantı değildi.

Lastikçinin açık sözlülüğüne sığınıp, o kadına neden "Değirmen Pakize" dendiğini sordum. Lastikçi; "Abi, değirmenin üst taşı, çark çivisine bağlı nasıl döner, bilir misin?" diye sordu. "Elbette bilirim, ben çiftçi çocuğuyum" dedim. "Haa, şimdiiii… Pakize'nin de ona benzer marifetleri vardır. Bağlı olduğu çivide birkaç tur atmayı çok sever. O da bununla meşhurdur. Lakabı da oradan gelir," dedi.

Bir anda, dün gece yaşananlar gözümün önünden geldi geçti. Pakize'nin anlattıklarını düşündüm. Anne-baba Almanya'dayken büyük anne-büyük babanın yanında kalmıştı. Çok sevimli ve alımlı bir çocuk olduğu için amca, teyze, dayı ve komşuların kucağından inmemişti. Bu sevimlilik, hep iyiye de kullanılmamıştı ki, on bir, on iki yaşlarında dedi-kodu çıkıp, ailesi Almanya'ya almak zorunda kalıncaya kadar. Asıl gerçeği, anne-babasına Alman doktor söylemişti…

Genç kız olma döneminin bir kısmı orada geçmişti. Aile ilk izine geldiğinde, ebleh bir akraba delikanlısına gelin edilivermişti. Böyle bir evlilik de onu çok sarstı. Bu kadarını hak etmemişti…

Olan bitenin gerekçesi ise hem aileden ayrı geçen çocukluğa, hem de Almanya'da geçen günlerdi. Demek ki anlattıkları doğruydu. Evet. Bu haliyle bile Değirmen Pakize doğru söylüyordu… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder