Bu Blogda Ara

11 Eylül 2013 Çarşamba

Ali Lüftü Piroğlu: Deliorman ve Dobruca'da Alevilik - Aşk Ateşine Düşen Canlar

[KanalKultur] - Yüzyıllardan beri bir sır olarak tutulan Alevi-Bektaşi ayinlerimiz artık eşkarelenmiş, dünyaya açılmış bulunuyor. Bu konuda, ser veririm sır vermem, deyimi de görevini tamamlamıştır. Hani canlarımızın yüreğinde Hakk-Muhammed-Ali aşkı, Hasan, Hüseyin aşkı, Hünkâr Hacı Bektaş Veli aşkı olmasaydı, belki bu deyimin de hiç bir değeri kalmayacaktı. Zakirlerimiz bu aşkı sazıyla sesiyle, büyük Bektaşi ozanımız Yunus Emre'nin ağzından şöyle dile getirmiştir.

Ben bu yolu bilmez idim
Aşk oduna düştü gider
Aşk elinden dertli yürek
Kaynayayım ben taştı gider

...

Yunus okur diller ile
Kumrular bülbüller ile
Hakkı sever kullar ile
Ol cennete düştü gider

Cemlerimize konuk ettiğimiz canların edindikleri izlenimlere göre Deliorman ve Dobruca'da Alevilik, yüzyılların ötesinden gelen ibadet kuralları ve gülbanklarıyla ayrıntılı olarak muhafaza edilmiş ve hiç değişmemiştir. Biz başka bir Alevi erkânı görmediğimiz için şimdiye dek böyle bir düşüncede bulunmamıştık. Sadece bazı yaşlılar Bektaşiliğin su katılmamışı, burada bizim yörelerde bulunduğu yargısına vardıkları zaman, onlara önem vermiyorduk. "Sivrisinek de kendini kırk okka tartıyormuş" atasözü ile onlara karşılık veriyorduk. Meğer artık aramızda olmayan bu dedelerimizin bir parça hakkı varmış.

Yörelerimizde Aleviliğin nispeten ayrıntılı bir biçimde ayakta kalabilmesi konusunu şöyle görüşelim:

Milattan yaklaşık 4. yüzyıldan 11.-12. yüzyılla kadar Karadeniz'in Kuzey Batısından Balkanlara akın eden Türk soy ve boylarından Bulgarlar ve Gagavuzlardan gayrı, Hıristiyanlığı kabul eden olmadı. Bulgar tarihçilerine göre Bulgarlar Hıristiyanlığı Şumnu civarındaki Pliska kasabasının payitaht olduğu 850-865 yılları arasında kabul etmiştir. Ancak Ortodoks Hıristiyanlık orada tutunamadığı için Boris, payitahtı yine Şumnu civarında bulunan Prevslav'a taşıma mecburiyetinde kalmıştır ve daha sonraları Bulgar devletinin payitahtı batıya / Tırnovo / kayarak Slavların çoğunluk olduğu yerlerde tutunmuştur ve Tuna'dan Karadeniz'e kadar olan bu bölgede oturan Türk soy ve boyları Şaman olarak kalmıştır.

Türk ansiklopedilerinde ve birçok verilerde yazdığına göre 1260-1280 yılları arasında değişik tarihlerde değişik yazdığı için ben de bir yirmi yıl varsayım veriyorum. Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin görüşlerini dile getirdiler. Bazı bilim adamlarına göre, bu olay sadece bir masaldan ibaretmiş. Ancak bizim Alevi canlarımız bunu bir gerçek olarak algılamıştır. O dönemde Aleviliğin ne biçim bir görüş veya tarikat olduğunu bilen yok. Belli başlı bir belge de yok. Yaşlıların anlattığına göre, daha sonraları Bektaşi müritler, mürşidler gelmiş, Aleviliği düzene koymuşlar. Şimdi hâlâ söylene gelen gülbankları, nefesleri getirmişler. Ne var ki, Deliorman ve Dobruca Alevilerine getirilen yeni düzenin hangi döneme ait olduğu biliniyor.

14. yüzyılın sonlarına doğru tamamıyla Osmanlı egemenliğine giren bu yörelerde bir iskân politikası uygulanıyor. Bunun sonucunda Sünnilerin sayısı çoğalıyor, kafaları Alevilere karşı hurafelerle dolu bu kişiler tarafından baskılar da gecikmiyor. O yıllarda tekkelerin dolayındaki köyler sırf Alevi olduğu halde şimdi onların sayısı parmakla sayılacak bir duruma gelmiştir. Öyle bir Sünni köyünden bir dostum bana şunları anlattı:

"Dedeme kadar tüm sülalemiz Alevi imiş, Sünni komşularımız dedeme sık sık cumaya gitmediğini hatırlatıyorlarmış. Sonunda dedem buna dayanamayarak cumaya gitmeye başlamış ve Aleviliği orada bırakmış. Ama er geç biz yine Alevilerle akraba olduk."

Yöre Bektaşilerinin anlattığı bir hikâye daha var. Gün gelmiş bizim yöre tekkelerine bir takım babalar gönderilmiş. Bu babalar tekkelere yerleşerek yakın köylerde oturan Bektaşileri bir başka tarikata çevirmeye başlamışlar. İlk bakışta bu eylem Bektaşilerin ibadet gecelerini cuma ve çarşamba, pazartesi gecesine geçirmekten ibaretmiş. Cuma gecesine dokunulmadan. Bundan dolayı da bu tarikatı kabul edenlere Pazarte[si]li demişler. Yanlış olarak Babai sözü de kullanılır. Ancak sadece ibadet gecesini değiştirmekle kalmamış, gülbanklarını ve bazı görüşlerini de değiştirmişler. Bazı köylerin tümü bazı köylerin yarısı o zaman Pazarte[si]li olmuş. Pazarte[si]lilerle Çarşambalılar Bektaşi arasında kız alıp verme kesilmiş. İki Alevi toplumu meydana gelmiş. Bu hikâyenin hangi döneme ait olduğunu aradık araştırdık. Anlaşıldı ki, 2. Mahmud, 1826 yılında tahta oturduğu zaman Yeniçeriliği batırmış, Bektaşi tekkelerini yıktırmış. Bazı tarihlere göre sadece yeni tekkeleri yıktırarak eskilere Nakşi babalar göndermiş. Deliorman'ın Adaköy civarında bulunan Hüseyin Baba Tekkesi'nin tüm varlıklarının Mahzar Paşa adında bir zata satılması da o yıllara rastlar.

Çarşambalı ve Pazarte[si]li olmak üzere bu iki Alevi toplumu 1826 yılından sonra, olmuş bitmiş karşısında kendi yollarına sadık kalmış. Pazarte[si]liler de Çarşambalılardan farklı olan ayinlerine ve gülbanklarına sadık kalmışlar. Günümüze dek yöremizde Aleviliğin ayakta kalması konusunda birbirinden pek az fark olan bu iki toplumu da taktir etmek gerekir.

Bektaşi cemlerin ibadetleri, gülbankları 1826 yılında değiştirilememiş ve günümüze kadar öylece kalmıştır. Elden ele yazılıp söylenirken bazı sözler yanlış olarak devralınmış. Çerağ uyarılırken okunan gülbankta şöyle bir cümle vardır: "Haşre dek yansın yakılsın Allah..." Ancak bizim canlarımız bunu "Aslıda yansın yakılsın" der. Çerağcılardan birine, bu söz ne anlama geliyor, diye sordum. "Çün çerağı sadece bizim köyde değil aşırı köyde, başka köylerde de yansın yakılsın", diye yanıt verdi bana. Bunun doğru olmadığını anlatmaya çalıştım, doğrusunu söylemek istedim. "Asla, bu dua Allah'tan inmiştir, onu değiştirip de vebal üstüme almam."

Bulgaristan'da ateizmin moda olduğu totaliter yıllarda bir evde yakın bir cemiyet sırasında Alevilik konusunda bir çelişki meydana gelir. Sıradan bir talip olan Hasan Tenekeci, küplere binerek, ne bekliyorsunuz bu çıraktan, diye haykırır ve çerağı devirir. Devirmesiyle üstündeki mum parçası da düşer ve söner. Zoraki çerağ dinlendirilmesi, söndürülmesi günah hatta inananlara göre gayet tehlikeli olduğu için, taliplerin korkudan adeta dili tutulur. Mumcu çerağı tekrar uyarır ve muhabbet devam eder. Aradan yıllar geçer. Olay unutulmuş gibi görünür hiç de öyle değilmiş meğer. Hasan Tenekeci'nin mensup olduğu cemin babası Allah'ın rahmetine kavuştuğu zaman yeni baba gerekir. Heveslisi bulunmaz. İki yıl babasız kaldıktan sonra talipler Hasan Tenekeci'ye dayanır. Onun baba oturmasını isterler. Hasan da hemen razı gelir. Razı gelir ama, diğer babalardan selam gelir. Hasan'dan baba olmaz, derler, Hasan günahkârdır. Bu uyarılara rağmen Hasan baba oturur. İlk zamanlarda her şey normalinde görünüyordu, ancak kısa bir sürede Hasan kanser oldu ve sizlere ömür. İnanan canlar bu olayı nasıl algıladı, yorumuna gerek yok.

Yörelerimizde yüzyıllarca Aleviliğin ayakta kalmasına neden olan en güçlü etken, Alevi canların bu yola candan yürekten inanmasıdır. Baba postuna oturtulacak olan kişi, geçmişinden vicdan azabı çekmemeli. Her baba postunu Hz. Ali postu olarak kabul ediyor. Yaz günleri kırsal kesimde çarşamba, cuma geceleri tek bir talip ceme gelemesin, baba çerağı kendi eliyle uyarmakla, akşam ibadeti gülbank okumakla görevlidir.

Çerağa saygı, babaya saygı, büyüklere saygı insanlarımızı eğitiyor. Buraya kadar anlattıklarımızı, Deliorman ve Dobruca'da Aleviliğin ayakta kalmasını sağlayan etkenler, konusu altında toplayabildiysek başarmışız demek. [KanalKultur]

Bkz. Cem 35 (2001) 113: 19-20.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder