![]() |
Hasan Gürgenarazili |
"La pensée sauvage" iki anlama gelir. "Hercaimenekşe"dir, aynı zamanda da "yaban düşünce". O, gem vurulmamış, dizginlenmemiş şeyleri akla getirirse de Balzac'ın "La Comédie humane"nin 4. cildinde kaydettiği "yerkürede kimse yabanıllar kadar derinlemesine ve her yönüyle incelemez işlerini; düşünce'den iş'e geldiklerinde hiçbir eksik bulunmaz" tümcesi okunduğunda "doğa"da "doğallığın" tekâmülüne; milyonlarca yılın yanılmazlığının denenmesine ve dengesine; dizginlenememiş, alabildiğince azgın düşüncenin, ket vurulmamış ufkuna, tüm yalınlığıyla hayalle gerçek (Traum – Wirklichkeit) arasındaki sınırsızlığa tekabül eder.
Ve lâkin "hercaimenekşe" narin bir çiçektir. Doğal ortamından aldığınızda, hemencecik sörpür ve kurur.
Post-modern çağda "yaban düşünce" bilgisayarın klavyesinden "öbür dünya"nın içine, programlar olarak akarken; "hercaimenekşe" bu dünyada giderek kuruyor. "La pensée sauvage", dengeli doğallığı artık temsil etmekten uzak görünüyor.
Geçtiğimiz günlerde, yıllardır yapamadığım veya ihmal ettiğim bir şeyi gerçekleştirdim. Doğada yürüyüş! Metropolün dışında kıraç topraklara adım attım. Uçsuz bucaksız gelincik ve kolza tarlaları içinde yalın ayak gezindim. Bir tür J. J. Rousseau'nun "doğaya dönüş"ü gibi hissettim kendimi. "Bilgisayarın kölesi post-modern insanın (ya da bağımlı-kölenin) doğaya yeniden dönüşü, özgürlüğünü elde edebilmesi mümkün olabilecek mi acaba?" diye düşündüm.
İtalya'da Rönesans ve Reform hareketlerinin ardından, Fransa'da oluşmaya başlayan "Aydınlanma" döneminin, aslında "azgın düşünce"ye gem vurma anlamına geldiği ve "hercaimenekşe"yi soldurup, saksı çiçeği haline getirdiği halen farkedilebilmiş değil! Feodalitenin vahşi kapitalizme dönüşmesiyle aynı anda yaşanan bu sürecin, Charles Spencer Chaplin'in [1889-1977] "Modern Times" de (1936) ele aldığı modern ve hatta daha sonraki post-modern bağımlı-köleliğin yolunu açtığı, kaç kişi tarafından idrak edilebiliyor?
İtalya'da Rönesans'ın önemli kentlerinden olan Siena ve Floransa'da (Firenze) doğanın dokusuyla uyumlu iyi ve kötü iktidarı (Ambrogio Lorenzetti [Siena, 1319-1348?], L'allegoria del Buongoverno); antik döneme bir tür geri dönüşü ve antik dünyanın yeniden keşfedilişini içeren en önemli sanat katalogları incelendiğinde, "azgın düşünce"nin doğa ile nasıl birleştiği ve nasıl yeni sentezler yarattığı görülür. "Azgın düşünce"ye gem vurmaya çalışan Katolik Klisesinin temsilcisi Vatikan'ın "engizisyon"larına rağmen (örneğin Giordano Bruno [1548-1600]'nun yakılması); Vatikan'a rağmen, ama Vatikan'la birlikte!
Papa yetiştiren sülale olarak da anılan Medici sülalesinin, ticari faaliyetlerinin idare edildiği bürolar (Uffizi), bugün Rönesans'ın en önemli sanat kataloğunun toplandığı Galleria degli Uffizi / Uffizi Gallery adıyla sanatseverlerle buluşuyor. Rönesans'ın önemli ressamlarından biri Sandro Botticelli (Alessandro Filipepi) [Firenze, 1445-1510], 1482'de boyadığı ve Rönesans'a yön veren ünlü eseri "İlkbahar"ının (203x314) ardından, ~ 1484'te bitirdiği tablosu "Venüs'ün Doğuşu"nda (172,5x278,5) "La pensée sauvage"nin önemli bir sentezini yakalıyor.
"Venüs'ün Doğuşu", Botticelli'nin Homer ve Vergil'in yanı sıra, kendi dostu Poliziano'nun dizelerinden ve eserlerinden etkilenerek Tanrıça Venüs mitosunun bir sahnesini; bir ihtimalle de onun Kythera veya Kıbrıs adasına, büyük bir midye üzerinde Zephir ve Aura rüzgarları ile kıyıya vuran dalgalar eşliğinde, gökten güller yağarken çıkışını betimlediği bir tablo. Botticelli, ana figür olan Venüs'ü çizerken, antik dönemden kalan ve Ortaçağ'dan beri tanınan bir heykel olan Venus pudica'dan esinlenmiş. Yeniplatonik dönemin önemli bir temsili olan tabloda, felsefenin ruhu ile madde (Geist – Materie) teorik ve pratik anlamda birbiriyle kaynaşıyor. Keza, harmonik bir şekilde de "doğa" ile "düşünce" tabloda bir araya gelip, kompozisyon ve renklerle bütünleşiyor. Botticelli eski / antik olanla ve de mitosla, o günü birleştiriyor; doğa ile düşünce odağında, hayaller ve gerçeklerin (Traum – Wirklichkeit) bir sentezi olarak.
Evrensel olduğumuzu belirten bizler, "La pensée sauvage" hakkında ne düşünüyoruz? Evrenselliği "özgürlükler demeti" olarak algılayanlar, hayallerin ve gerçeklerin sentezini nasıl kurguluyorlar? "Doğa" ile "düşünce" nasıl "harmonik bir hâl" oluyor / alıyor, bu sentezde? "Düşünce Rönesansı"nın yaşandığından söz edenler, hangi ve nasıl bir "Rönesans"tan söz ediyor? Ne dersiniz? [© Hasan Gürgenarazili - KanalKultur]
[24 mayıs 2005]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder