Bu Blogda Ara

5 Mart 2014 Çarşamba

Yakın Tarihten Notlar: Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü ile Bize Özgü Laiklik

[KanalKultur] - T. C. Adalet Bakanlığı'na bağlı Uluslarlararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü İnsan Hakları Daire Başkanlığı koordinasyonunda Yargıtay, Danıştay, HSYK, Avrupa Konseyi ve Adalet Bakanlığı işbirliği ile yürütülen "Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Projesi" kapsamında 5 şubat 2013 günü "Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Üst Düzeyli Konferansı" gerçekleştirildi.

"İfade Özgürlüğü: Demokrasinin Temel Direği", "Medya Özgürlüğünün Daha Etkin Korunmasına Doğru" ile "Nefret ve Şiddete Teşvik: İfade ve Medya Özgürlüğünün Sınırları" başlıklı 3 oturumdan oluşan "Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Üst Düzeyli Konferansı"nın "Açılış Konuşmaları"nı Thorbjørn Jagland (Avrupa Konseyi Genel Sekreteri), Sadullah Ergin (Adalet Bakanı), Hüseyin Karakullukçu (Danıştay Başkanı), Ali Alkan (Yargıtay Başkanı) ve Haşim Kılıç (Anayasa Mahkemesi Başkanı) yaptı.

Konferansa Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürü Dr. Nurdan Okur da "Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Projesi"nin Tanıtımı ve Kaydedilen Gelişmeler" başlıklı bir sunumla katıldı.

Konferansın "İfade Özgürlüğü: Demokrasinin Temel Direği" başlıklı ilk oturumunun moderatörü Avrupa Konseyi Kararların İcrası Dairesi Direktörü Geneviève Mayer'di. Oturumun konuşmacıları arasında Taha Akyol (Gazeteci) Prof. Dr. Serap Yazıcı (İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi İnsan Hakları Kurulu Üyesi), Civan Turmangil (Bölüm Başkanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ve Prof. Dr. Burhan Kuzu (Milletvekili, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı) bulunuyordu.

"Medya Özgürlüğünün Daha Etkin Korunmasına Doğru" adlı ikinci oturumun moderatörü Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 2. Daire Başkanı Nesibe Özer; konuşmacıları da Prof. Dr. Davut Dursun (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkanı), Prof. Dr. Mithat Sancar (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi), Sedat Ergin (Gazeteci) ve Dunja Mijatovic'di (AGİT Medya Özgürlüğü Temsilcisi).

"Nefret ve Şiddete Teşvik: İfade ve Medya Özgürlüğünün Sınırları" başlıklı son oturumun moderatörlüğünü Yargıtay 8. Ceza Dairesi Başkanı Sedat Bakıcı üstlenmişti. Oturumun konuşmacıları da Prof. Dr. Mar Aguilera Vaques (Barselona Üniversitesi Öğretim Üyesi), Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak (Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi), Yusuf Ziya Cömert (Gazeteci) ile Vedat Ahsen Coşar'dı (Türkiye Barolar Birliği Başkanı).

Konferansın "Kapanış Notları"nı Adalet Bakanlığı Müsteşar Vekili Kenan Özdemir ile Avrupa Konseyi Kararların İcrası Dairesi Direktörü Geneviève Mayer sundu.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, konferansın açış konuşmasında özetle şunları kaydetti:

"Denilebilir ki düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü yoksa, insan da yoktur. Yaratılış bu gerçek üzerine kurulmuş, ölüm ötesi sorumluluk tezini ortaya koyan öğretiler de eşrefi mahluk kavramını akıl ve düşünce ile izah etmişlerdir. Kimine göre, hayat hakkından bile öncelikli olan düşünceyi ifade özgürlüğü, insan olmanın tek şartı olarak kabul görmüştür. (...)

Bilgi ve fikir alma, kanaat sahibi olma, ve bunları açıklamayı içinde barındıran ifade özgürlüğü, insanlık tarihi sürecinde çok çetin mücadelelerin konusu olmuş ve en değerli varlıklar bu uğurda feda edilmiştir. Birey olarak, devlet olarak, ya da basın mensubu kimliğimizle bugün ifade özgürlüğü konusunda özgeçmişimizi sorgulayarak, gelecek kuşaklara sorun bırakmamanın gayreti içinde olmamız gerektiğini belirtmek istiyorum. Amacımız, çağdaş dünya uygulamaları ile örtüşmeyen ifade özgürlüğüne ilişkin sorunlu alanların, bir kez daha ortaya konularak onarıcı ve tedavi edici anlayışların ışığında çözümünü sağlamaktır.

İfade özgürlüğüne ilişkin sorunları iki ana eksen etrafında değerlendirebiliriz. Birincisi, yazılı kuralların açık, net, ya da öngörülebilir olmaması nedeniyle ortaya çıkan hak ihlalleri, ikincisi ise uygulamayı yöneten kamu görevlilerinin sahip olduğu takdir hakkının bilinçli veya bilinçsiz şekilde kötüye kullanması yada önyargıların, çıkar hesaplarının ve keyfi yorumların sebep olduğu olumsuzluklardır. Bu iki ana kaynaktan beslenen ihlalleri katılımcılar ayrıntılı bir şekilde konuşacaklar. Ancak ana hatları ile bazı tespitleri yeniden gündeme getirmek istiyorum. Gerek Anayasa ve yasalarımızda, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, ifade özgürlüğüne ilişkin yasaklar ve sınırlama sebeplerine bakıldığında açıklık, netlik ve öngörülebilirlik yönünden aynı niteliklere sahip düzenlemeler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çerçeve niteliğindeki bu ilkeler ve kavramlar aynı olmakla birlikte sorun büyük ölçüde uygulama aşamasında ortaya çıkmaktadır. Evrensel ilke ve kavramlarla örtüşmeyen yorum ve anlayışlar, çağdaş dünya ile bağlarımızı koparmaktadır.

Ülkemizde de temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutla örtüşür şekilde ele alınması ve uluslararası standartlarda korumaya kavuşması amacıyla mevzuatımızda çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmıştır. (...)

Temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutuyla uygulanmasında bir yöntem olarak düşünülen Anayasa'nın 90. maddesinde yapılan değişiklik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki başvuruları ve verilen ihlal kararlarını minimum düzeye çekmede bir ilerleme sağlayamadığından, bireysel başvuru bir çare olarak düşünülmüştür.

'Bireysel Başvuru' yolunun açılması aslında, Anayasa'nın 90. Maddesinin son fıkrasına eklenen cümlenin amacıyla da örtüşmektedir. Bu iki anayasal değişikliğin birbirinden bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir. Aksine bu iki düzenleme birbirini tamamlamakta, hatta biri diğerinin amacının gerçekleştirmesine ivme kazandırmak gibi bir işlev de görmektedir. Bireysel başvurunun ifade özgürlüğü konusunda da, Türkiye'deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkan sağlayacağı açıktır. Ancak, adli, idari ve askeri yargının kürsülerinde görevli hakimlerimizin endişelerinin giderilmesi ve uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması konusunda cesaretlendirilmesinin, yüksek yargı organlarının risk yüklenerek ortaya koyacakları içtihatlarla desteklenmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Anayasanın ya da yasaların verdiği imkânların arkasına saklanarak uluslar arası kabul gören değerleri yok saymak, veya risk yüklenmekten kaçınmak yargının sahip olduğu konumla asla bağdaşmaz.

Türkiye'de 2012 yılı sonunda ifade özgürlüğüne ilişkin derdest davalara bakıldığında 172.723 adet hakaret davasının, 2539 adet terör propagandasına konu olmuş davanın, 406 adet de suç ve suçluyu övme konusunda açılan davalar olmak üzere toplam 176.247 davanın devam ettiği bir gerçektir. Bu davaların sayısına bakıldığında sorumluluğun sadece yargı mensuplarına yüklenmesinin büyük bir insafsızlık olacağını belirtmek isterim.

Yukarıda belirtilen dava sayısı gözetildiğinde açılmış davaların % 98'i hakaret davasıdır. Bunun nedenleri üzerinde durulmalıdır. Siyaset kurumlarının gerilim üzerine kurdukları politik yaklaşımlar, diyalog kültürünü ortadan kaldırmakta, çoğulcu ve hoşgörülü duygular, yerini nefret duygularına ve söylemine bırakmakta böylece, bireyler ve kurumlar sorun çözmek için bir araya gelerek demokrasinin müzakere imkanından mahrum kalmaktadırlar. Toplumda en masum sorunlar bile ideolojik bir bakıştan geçirildikten sonra hemen rejim krizine dönüştürülmekte, derin siyasal ayrışmalar sonunda barış kültüründen uzaklaşılmaktadır. Nefret söyleminden siyasi rant elde edenler kısa vadede kazanmış görülse de, uzun dönemde toplumu ayrıştırmanın gelecek kuşaklara bırakılan kirli bir miras olduğunu anlayacaklardır. Hangi kutsal değer adına yapılırsa yapılsın hakaret, kin, nefret ve şiddete çağrı söylemlerini ifade özgürlüğünün koruması altında kabul etmek asla mümkün değildir.

Temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan hak ihlallerinin, yetkililerin makul ve ölçülü olamama gibi olumsuzluklarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Güvenlik ve özgürlükler arasında olması gereken dengenin evrensel ölçülere uydurulamaması, sorunların büyüyerek ötelenmesine neden olmaktadır.. Ölçüsüzlük her konuda olumsuzlukları besleyen en büyük kaynaktır. Ölçüsüzlüklerin sebep olduğu hak ihlalleri, direnme hakkının meşru zeminini oluşturma gibi bir sonucu da beraberinde getirmektedir. Yüzyıllar boyunca insanlığın ortak aklından süzülerek gelen demokratik toplum düzeninin gerekleri esas alındığı takdirde, sorunları çözebilme şansımız oldukça yüksektir.

Geçmişte evrensel anlayışlardan uzaklaşarak bize özgü uygulamalarla geliştirilen laiklik, sosyal devlet anlayışı, devleti kurtarma duyguları demokrasinin orijinal bütünlüğünü bozarak özellikle düşünce, inanç ve bunları ifade edebilme alanında derin yaralar açmış ve onarılması güç izler bırakmıştır. Kavramların açık, net ve öngörülebilir olmayışı, keyfi yorumların doğmasına, sahip olunan takdir hakkının kötüye kullanılmasına ve sonuçta mağdur ve mazlum bir kitlenin oluşmasına yol açmıştır. Dün hak ihlaline uğramış mazlumlarla bugün aynı ihlalleri yaşayan insanların kimliklerinin farklı olması bu düşüncemizi değiştiremez. Baskı ve korku temeline dayanan bu yanlış uygulamalar, insanları hayata yansıtamadıkları ancak, iç dünyalarında hapsedilmiş inançlar ve beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakmıştır. İnsan onuruna yapılmış işkence olarak da nitelenen bu iklimden hızla uzaklaşmak kamu gücünü elinde tutan yasama, yürütme ve yargı organlarının en temel görevidir. Zira ideolojik vesayeti tahkim etmek üzere insan onuru ile oynayanlar tarihin hiçbir döneminde kazanan taraf olmamıştır. İnanç ve düşünceleri ifade konusunda yaşanan olumsuzlukların giderilmesi için, samimi niyetin varlığı ve çözümü konusunda güçlü bir irade sergilemek zorundayız. Yasama gücünü kullananların gayretleri umut vericidir. İfade özgürlüğüne ilişkin sorunların çözümü konusunda yapılan değişiklikler, idari ve yargısal uygulamalarda karşılık bulabilirse halkımızı hak ettiği noktaya taşıyabiliriz.

Bunları ifade ederken Türkiye'nin yaklaşık kırk yılı aşan bir süreçte yaşadığı terör sorununu göz ardı edemeyiz. Ekonomi ve demokrasi konusunda sorunsuz yaşayan güçlü ülkeler de bile arızı olarak ortaya çıkan terör eylemleri sonunda, temel hak ve özgürlüklerin bırakınız sınırlanmasını, nasıl ortadan kaldırıldığını hepimiz yakından biliyoruz. Tam da bu noktada Cumhuriyetin 90. yıllık ömrünün 45. yılını terörle içiçe yaşayarak geçiren Türkiye'nin başta canıyla bedel ödeyenler olmak üzere ekonomik, sosyal ve siyasal alanda hesabı yapılmayan kayıpları gözetildiğinde, bu devletin ne kadar güçlü bir bünyeye sahip olduğunu belirtmek gerekir. Türkiye zor bir zaman tünelinde, zor davalarla karşı karşıyadır. Bunları konuşacağız, eleştirileri alacağız ve demokratik ilkelerin onarıcı gücü kullanılarak, barış içinde yaşayan aydınlık bir Türkiye'ye hep beraber yürüyeceğiz." [KanalKultur]

Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Üst Düzeyli Konferansı / 5 şubat 2013, Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder