[KanalKultur] - Türkiye hududları dahilinde bazı gizli mezhebler elan mevcudiyetlerini muhafaza etmektedir. Bunlardan en ziyade nazara çarpanlardan biri, garbi ve cenubi Anadolu'da yaşıyan Tahtacılardır. Her dinin yazılmış tefsir ve şerh edilmiş akideleri vardır. Fakat Tahtacıların mezhebi hakkında tesbit edilmiş hiç bir şeye malik değiliz. (...) Garp müellifleri içinde Tahtacılar hakkında uzun uzadıya tetkikatda bulunan zat Berlin Darülfünunu etnografya müderrislerinden profesör Felix [von] Luschan'dır. Viyana ve Paris'de tıp tahsil ettikten sonra antropoloji ve etnoloji ihtisas kesbedip Viyana ve Berlin etnografya müzeleriyle darülfünunlarında çalışmış olan profesör Luschan'ın şarkda bilhassa Anadolu'da müteaddid tetkik seyahatleri vardır. Anadolu'daki uzun tetkikatın neticesi olarak Tahtacılara dair 1890 senesinde Die Tachtadschie (Arch. f. Antrop.) ünvanıyla büyük bir eser neşretmiştir. Birçok resimlerle tezyin edilmiş olan bu eserin nüshası bugün kalmamıştır. Yalnız kitaphanelerde mütalaası kabil olmaktadır. Ahiren aynı müellif "Kavimler, Irklar, Lisanlar" diye yeni bir kitap neşretti. Burada Tahtacılar hakkındaki bütün malumatını hülasa etmekte olduğundan eserin bu kısmını aynen nakledelim [Luschan, Felix von: Völker, Rassen, Sprachen. Berlin 1922: 95]:
Felix von Luschan
Pek mahdut miktarda, ihtimal 1000 aile, yahut, 5000 nüfus kadar hususi bir cemaat Antalya havalisinde yayılmış - hatta gizlenmiş denecek bir halde - bulunmaktadır ki bunlar garbi Anadolu'da Alevi yani Ali taraftarı tesmiye edilir, fakat onlar kendilerine Tahtacı derler, hakikatende bunlar dağlarda yaşayan ve kerestecilikle geçinen bir zümredir. Bunların intişarı yalnız Antalya havalisini müntazır değildir, civar dağlık yerlerde de bunlara rastgelinir, şu kadar var ki Antalya'dakiler diğer yerlerdekinden daha saf, daha az karışmış bir halde bulunmaktadır. Türkçe konuşan ve resmen Müslüman addedilen Tahtacılar, uzun senelerden beri hizmet-i askeriyeye celb edilmektedir (...) Bunlar kendi itikatları hakkında harice karşı pek ketum davranırlar. Hatta son sırrı kendi karılarından bile gizlerler, çünki onlarca "kadın dili, kaynar su gibidir" sır saklayamaz.
Tahtacılar yeknazarda şekl-i harici itibariyle civardaki diğer ahaliden pek az fark olunur. Bunlar bütün hal ve tavırlarında diğer Türklerden biraz daha ağırbaşlı göründükleri gibi tarz-ı hayatları da pek hususi bir şekildedir. Süratle seyahat edenler, bunlara konak yerlerinde değil, yolda ve ormanda tesadüf edecekleri için kolayca nazardan kaçabilirler. Yalnız kadınlarıyla beraber bulunurlarsa derhal tefrikleri kabildir, çünkü güzelleri ve gençleri de dahil olmak üzere bunların kadınları hep açık gezerler. Bir yabancının nazarı hiç bir zaman bunların örtünmesini mucip olmaz. (...) Tahtacıların çaldıkları ve aldıkları veya kadınları biraz serbest oldukları hakkında, arkalarından bir şey söylenmiyor, çünkü kadınları tamamiyle açık ve süslü gezdikleri halde son derece namuslu, erkekleri merd ve itimada layık işçilerdir. (...)
Tahtacılar dağlarda 1000, 1500 m. yüksek yerlerde sakin olub münferid ve hususi bir hayat sürerler, nadiren sabit bir ikâmetgâha malik olub bütün sene, yaz kış dallardan örülmüş kebe gibi bir çatı üzerine kıl keçeler örtülerek vücuda getirilmiş çadırlarda yaşarlar. Dağların yüksek yerlerinde veya gayr-i mahfuz mevkilerde, aynı yerde uzun müddet kalmak isterlerse çadırlarına meşabe olarak aynı şeklin biraz daha büyümesi ve sağlamlaşması suretiyle takriben kutru 4 m. olan dairevi bir zemin üzerinde pek hususi bir biçimde bir nevi evler çatıverirler.
Taşdan veya kerpiçden yapılan divarlar nadiren 1 m.ye tecavüz eder, kapu direği olarak ekseriya eski yapı taşları konur. Bazen divarlar arasında da antika taşların kullanıldığı vakidir. Hiç kapu kanadı görülmez. Yuvarlak divar üzerine mahruti şekilde samandan ve çalıdan müteşekkil bir çatı örtegelmek üzere 12 ila 20 aded yukarıdan bağlanmış sırık üzerine tutdurularak konur. Çatı tepesinin etrafı taşlarla tesbit edilir.
Dar bırakılan kapu aralığı ta çatıya kadar devam eder, ki bunun yukarı kısmı ayni zamanda baca vazifesi görür, çünkü çatıda katiyyen ikinci bir delik açılmaz. Aynı biçimde, fakat Müslüman Türklere aid mahruti evler Sedima civarında [Fethiye ile Eşen Çayı arasında] Keçi mevkiinde bulunur. sonra Dudurga Asari [aynı mevki yakınında Dodurga Hisarı olacak] kariyesinde de tesadüf ettimse de burada ev değil samanlık olarak kullanılmaktadır. Aynı şekilde ikâmetgâh bakiyelerine Alp memleketlerinde kableltarih devirlere aid asar arasında tesadüf edilmekdedir. Barmbad villası yakınında aynı şeyi bizzat gördüm.
Köye ve şehre yalnız tahta ve direk satmak, buna mukabil çarşıdan pek az muhtaç olduğu Avrupa emtiasını almak için gelir. Diğer bütün eşyayı bizzat kendileri vücuda getirirler. Kendi kumaşlarını kendileri dokurlar ve boyarlar, gıda itibariyle de Anadolu'nun diğer dağ sekenesine nazaran daha az muhtaçdırlar, hatta o kadar ki pirinç almamak için bulgur pilavını tercih ederler. Birçok sebeblerden, bilhassa askerlikden ve vergiden kaçmak için komşularıyla mümkün olduğu kadar az münasebetde bulunurlar. Aynı suretle istatistike taalluk eden suallere karşı emniyetsizlik izhar etmekle beraber ihtiyatkar ve kaçamaklı cevab verirler. Hakikatten tam denebilecek istiklâllerini gizlemek için ciddi suretde uğraşırlar. Bunlar yerli Türkler arasında bulunmak mecburiyetinde kaldıkları zaman, onlarla münasebetleri pek zahiridir: Eğer Ramazan'a tesadüf ederse bunlarda oruç tutarlar, fakad aynı zamanda şarab içerler, (...) diğer Türkler gibi beş vakit namaz kılmazlar, Kuran'a karşı olan vazifelerini anlamak da müşgüldür. Kitabınız var mı? sualine karşı onlar tabii olarak evet cevabını verirlerse de orada bulunan hakiki Müslümanlar "yokdur" diye onları tekzib eder. Bunların Ahmed, Ali, Hasan ve Mehmed gibi isimlere karşı bir muhabbet duyup Ömer, Bekir, Osman... gibi isimleri hiç kullanmamaları ve bu isimlerdeki Türklere karşı nefret hüsnetmeleri onlarla konuşmak bile istememeleri şayan-ı dikkat hallerdendir. Tavşan ve hindiyi necs addederler, bunlarla temas etmekden son derece tiksinirler. Buna mukabil tavusun timsali, mahiyeti vardır, şeytanın şekl-i mücessemi addederler. Mamafih aynı zamanda tavus öyle bir hayvandır ki bazı ahvalde âli bir mahluk, iyi bir insan veyahud evliya olur.
Bunların tenasüh hakkında etraflı düşünceleri vardır. Fena ruhlar, cinler ve şeytanlar hakkındaki itikadları, günah neticesi hebvt etmiş ve müteaddid hayvan cisimlerinden geçerek yeniden iyi ruh haline geçmiş melekler hakkındaki itikadlarımız gibidir. Bununla beraber cinlerden son derece korkarlar, etrafda daima mevcud bulunduğu zannederler, onları incidecek kelimelerin telaffuzundan sakınırlar. Bilhassa şeytan kelimesi onlar için pek korkunç bir kelimedir. Bir Tahtacı'nın önünde haşarı bir çocuğa, veyahud oynak ata şeytan kelimesini söylemek pek büyük bir terbiyesizlik olur. Yalnız fena ruhlar değil günahkâr insanların ruhu da ölümlerinden sonra hayvana inkilab eder. Tavşan veya hindi şekline girerek yeniden yaşamaya başlar. Buna mukabil iyi insanlar tekrar yine insan olarak gelirler, derecelerine göre hayatta daha yüksek veya daha alçak bir mevkii işgal ederler.
Dört büyük peygamber Musa, Davud, İsa ve Ali aynı vücudun meterki bir istifaya uğrayan tenasühünden başka bir şey değildir. Bu vücudun sonraki miktaratı din-i esrarın mühim bir kısmını teşkil ederler. Burasını hakiki Müslümanlar, bu manasız hikâyeleri istihza maksadıyla neşrederler. İhtimal bunlar da aynı dini düşünceler zümresindendir. Mesela Ali'nin cesedini bir deveci bularak devesinin üzerine yükletmiş, gerek deve ve de gerek deveci bizzat Ali olmuş. Bir merkeb pek zalimane suretde dövüldüğünden birdenbire yükünü atmış ve bir insan sesiyle söz söylemeye başlayınca Tahtacılar Ali'yi döğmüş olduklarını görmüşler.
Mezheb-i esrarı hamil olan zata "Baba yahud "Dede" denir.
İster birkaç düzine efraddan, ister pekçok ailelerden müteşekkil olsun her kabilenin bir Babası vardır ki bu siyasi olmakdan ziyade dini bir reis olarak gözükür. Babalık kabile içinde ırsi olub Baba başka kabileden kadın alamaz. Bunların ruhları kendi oğullarından birine geçtiği gibi diğer insanlara da intikal edebilir. Binaenaleyh muhakkak her zaman ırsi olmaz. Baba her sene eli altında bulunan aileler için kendi yurdlarında bir çadırda veya bir meydanda rivayete nazaran mağaralarda dini bir içtima ihzar eder, akşam üstü teganni ve dans başlar, gece yarısı büyük bir kargaşalık ile nihayet bulur. Aralarında olub biten şeyler hakkında birçok faraziyeler ileri sürülmektedir. Bu şeyler tenvim-i ahval vücuda getirmek suretiyle tahsil eden sayıklama tehyiclerinden ibaret olsa gerekdir.
Resülayn müşahede eden şayan-ı itimad zevatın müşterek cevaplarına göre aynı yeknesak melodi o kadar tekrar edilir ki, ta küçükten ölmüş bir "Baba" veya "Ali" bizzat gelir. Cemaatden intihab ettiği bir zat vasıtasıyla suallere cevab verir. Dini ve sair mesele, mesela yeni gelen Paşaya, yakında alınacak kiralara, yağacak yağmurlara dair haber verir, hastaları iyi eder, yaraları geçirir. Hülasa bütün bunlar kısmen bizim ispirtizma içtimalarını hatırlatmaktadır. Bundan başka Hıristiyanlardaki itiraf-ı zenub gibi bunlarda da ayin esnasında çiğnenmiş olan Tahtacı'nın günahları Babanın dürlü dürlü muameleleriyle alaca bir bez parçasına sarılmış yumak haline geçirildikden sonra bunun yakılması suretiyle, gafuran kamile erişmiş olurlar. Yalnız yakılan şeyin külü iyice efna edilmeli, ya gömülmeli yahud akarsuya atılmalıdır.
Bana haber verilen -fakad başka yerde tekriri görülmeyen- diğer bir âdet de buna memasil bir telek mahsülü olsa gerektir. Bu âdete göre cenaze bir mezara gömüldüğü esnada müteveffanın elbisesinin bir parçası kuru bir dal üzerinde yakılır ve külünden bir miktar muhafaza edilir.
İfade etdiği mana gayr-i vazıh olmakla beraber, müteaddid defalar bizzat gördüm ki küçük su kupasını daima iki el ile tutmak da bir âdetdir. Tahtacı saçını kestirmez. Bermutad pek uzun bırakdıkları saçlarını da nadiren kısaltırlar. Diğer halis Müslümanlar ya saçlarını tamamiyle keserler, yahud biraz kakül bırakırlar, itikadlarınca Muhammed onları Cennet'e bu kaküllerden tutub çekecekdir. Müslümanlar temizlik için bıyıklarını keserler, Tahtacılarda büyüktür. Bir de Tahtacılar, İraniler gibi kollarını dirseklerinden başlayarak parmaklarına doğru yıkarlar, Türklerde ise usul aksidir. Sabun ve su parmak uçlarından dirseklere doğru sürülür. [Çevrimyazı: Mustafa Destereci - KanalKultur]
Bkz. Hamid Sadi (1926): "Tahtacılar" Türk Yurdu, ıv, 21: 211-217.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder