Nasreddin Hoca, yedi asırdır yedi dünyaya gülen koca adam... Ona, her yerde bir beşik, her devirde bir mezar gösteriliyor ama, o bunlardan hangisinde sallanarak büyüdü? Bugün de hangi toprağın altında yatıyor, orasını Allah bilir. Bizim bir bildiğimiz, duyduğumuz varsa, bugün de bir kolu maşrikte, bir kolu mağripte ve ruhu ebedîlikle bir baştadır, dünya durdukça, duracak O... Bu ne sihirdir, ne keramet; ne de el çabukluğu bir marifet! Hocayı bu ölmezliğe eriştiren güler yüzü, tatlı dilidir. Biri gönülün yaylası, biri de o yaylanın güneşidir. Zaten adam dediğin ya yüzünden belli olur, ya sözünden! Kötü adam; acı soğan sözlü, kara bulut yüzlüdür. Bu kara gülmezlerin yüzlerinden düşen yüz parça olur; dilleri dersen, saya yağıyla yağlar; çakır dikenle dağlar.. Oysa ki iyi adam tatlı dilli, güler yüzlüdür. Bu güleç insanların yüzlerinden nur mu dedin, nur akar; dillerinden de bal mı dedin, bal akar. Hele Hocanın, hele Hocanın... Ne gözünde bir karartı vardır, ne yüzünde bir morartı; alnının ortası bile güler. İlle dili, ille dili! Alimallah, kaymak çalar balın üstüne. Gayrı onun sözüne, sohbetine doyulur mu? Hanları, hanümanları değil, cümle âlemi ağzına baktırıyor. Her yiğitin bir yoğurt yiyişi var, onun da huyu bu, dobra dobra konuşmak! Bir lâf dilinin ucuna geldi mi, öyle vezir, vüzera gibi «yut gitsin!» etmiyor; ama, «parmağım gözüne, kör kadı!» hesabı değil; şöyle yarlı, yakışıklı; tam dengine getirerek taşı gediğine yerleştiriyor. (Kulun ayıbını yüzüne vurmak istemediği için, ya kendini onların yerine koyuyor; ya da onlar kendini nasıl görüyorlarsa, öyle görünüyor; gülünecekse kendine gülüyor; güldürülecekse, kendine güldürüyor. Velâkin, hani şu yanlarına tütsü ile varılmıyanlar, hele saman altından su yürütenler olursa, yine gülüyor, güldürüyor ama, ya iğneliyerek güldürüyor, ya da güldürerek iğneliyor; ama, bir ucunu kendine dokundurduğu için sözü öylelerine dahi batmıyor). Bundandır Hoca; her başın tacı, her gönülün ilâcıdır. Her meclisin gülü, her sohbetin bülbülüdür. Onsuz, ne düğünün tadı, ne bayramın adı olur; her ziyafetin baş köşesi onun. Çağırılsa da olur, çağırılmasa da gelip kurulur, gayrı ye, kürküm ye! Tok oturup, aç kalkacak hali yok ya, daha olmazsa karısının kulağından tutar gibi tutup tepsiyi çevirir önüne...
Hani o ekmek elden, su gölden yaşıyanlardan olsa, elini sıcaktan soğuğa vurmıyacak, böyle gül gibi geçinip gidecek ama, el emeği ve alın teriyle yaşamanın tadını tatmış bir kere... Bunun için ne eşeye minnet eder, ne köseye! Ölmez, kalmaz eşeğiyle dağa gider, odun eyler; bağa gider bel beller; ağaçtan öteye yol arar da, bastığı dalı keserse, sonu sağlık olsun, tutunduğu dallar kopmasın, güvendiği dağlara kar yağmasın da... Her işe koşar; her yüke koşulur; ekmeğini taştan çıkarır ya, şu kör olasıca eşek, ikide bir kaybolmasa... Garip Hoca, bulacağım diye iki köyü bir eşeğe bindirir, her sokak başını pazar yerine döndürür; «bulana, görene helâlından bir eşek!» müjde verir ama yorulduğu yanma kâr kalır ve zira o mübarek, ya adamdan dönmedir; günün birinde çilesi dolmuş, yine başı yularlı bir insan olmuştur. Ya da, yanıp tutuştuğu için Hocanın lâfına uymuş, götürüp kendini göle atmıştır. Eh, dünya bir eşeğin üstüne kurulması ya, bir kapıyı kapayan Allah başka bir kapı açar elbet! Bugün, bir kaltaban öküze binip Timurla yarışa kalkar; yarın çömezini peşine takıp kurt avına çıkar. Şayet kurdun kuyruğu kopar da, tozdan, dumandan ferman okunmazsa, kırkından sonra saz çalacak değil ya, başka bir işin kulpundan tutar, iki el bir baş için olduktan geri, geçinmiyecek ne başı var. Gider pazara; ya kargayı bülbül diye satar; ya da bülbülü karga fiyatına başından savar; varsın eşi, dostu alış, verişte görsünler de onu; yük altında yumak da eğirir, bir, taşla iki kuş da vurur, daha olmazsa gölge kadısı olup kör kadının postuna kurulur; zaten memleket, onun elinden kan ağlıyor. «Ya Hak!» deyip kılı kırk yaracak yerde, kendi dolabını çevirmek için kırk dereden su getirmeğe bakıyor; hiç olmazsa, Hocanın yüzü suyu hürmetine ahali olanın biraz yüzü güler. Ama diyeceksiniz ki «büyük başın büyük derdi olur; gayrı arabasını dağdan aşırmak istiyenler, eşiğini aşındırır!» İyi ama, Hoca bu; herkesin niyetini gözünden okuyamaz mı? Pencereden başını uzatıp da «Hoca evde yok!» diyemez mi! Evini yol edenler Tanrı misafiri ise, onlara da Tanrı evini gösterir, eline, ayağına yapışmaz ya, cami karşısında... Velâkin garip, guraba olursa kapıyı yüzlerine kapamaz, öyle ya, misafir umduğunu yemez, bulduğunu yer; tavşanın suyunun suyu da olsa çıkarır önlerine, o da olmazsa sade suya, kuru ekmek nelerine yetmiyor: «Evde od, ocak olsaydı, alimallah şununla bir çorba çıkaracaktım size!» Getirir tası, kor önlerine... Neye derler ki, evinde olmazsa, elinde olsun; elinde olmazsa, dilinde olsun; dil de gönül alır, Kabe yapar, Allah bu (hazırcevaplığı) da ona verdikten geri, lâfa bunalacak değil ya, evdeki kaşık düşmanlariyle başı dertte olmazsa... Doğrusu bunların elinden elaman! İlk gözağrısı bir yana, ötekiler kendi kaburgasından yaratılmamış. Biri aklından eser, o sabah, bu akşam, kapı kapı gezermiş; biri gölgesine küser, tası, tarağı toplayıp babası evine dönermiş; biri de elemez, belemez, ocak başına gelemezmiş; bunlara ev, bark inanılır mı? İkisini bir havanda döğüp hatun, hatuncuk bir şeye benzetmek ister ya, bir güne bir gün olsun, bir kazanda kaynamazlar ki. De yiğitse, birinden birinin teline dokunsun, gözünün üstünde kaşın var desin! Lâmı cimi yok, iki ayağı bir pabuca girer; soluğu tâ dış kapıda alır. Şu mavi boncukların da tılsımı bozulursa yok mu, büsbütün dünya başına yıkılır; gayrı bu âlemden elini, eteğini çekecek olur ya, kimde vefa kaldı ki, gözünü bir yummaya gör... Kendi ayağiyle gidip de haber vermese, kim gelir de salına girer! Hele tabuttan başını uzatıp da sağlığında geçtiği yolu göstermese, cemaat kimbilir, yolsuzluktan ne yolsuzluğa düşecekler, bir kere başına gelmedi mi bu!
Çaresiz canını dişine alarak yaşamağa razı olur, olur ama, az yaşa, çok yaşa, akıbeti ölüm olduktan geri... Vaktin birinde al donlu, al kanatlı bir melek, gelir kapısını çalar. Rahmetli ona da bir tuhaf güler ama, emir büyük yerden; ne etmem denir, ne gitmem denir; biner ölüm atına, ve gider, o bir daha gelmiyenlerin gittiği yere... Pek uzak değil orası; âdeta kaşla, göz arası..
Bundandır, gene biz ona gülüyoruz, o bize gülüyor, bir kendisi olsa, neyse... Türbesi de gülüyor, türbedarı da; kapısı da gülüyor, duvarı da. İlle o değirmen taşı gibi kilit! Aman ne gülüyor, ne gülüyor..
De sen de gülme bakayım, Allah esirgesin, ya Evliya Çelebinin başına gelenler gelir başına, ya da Veled Çelebinin... Hele düğünden, dernekten yana hiç küstürmeğe gelmez ha! Ali evlenip, Güllü gelin olurken eşiğine yüz sürüp de:
«... Hoca Efendi, eksik, artık demezsen mollalarını al da, sen de buyur» o evde dirlik, düzenlik olur mu? Belki Akşehirin yerinde bile yeller eser!
Bkz. Türk Folklor Araştırmaları, 43 (1953): 678-679.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder