Sayfalar

4 Kasım 2013 Pazartesi

Ramazan Çakıroğlu: Yalancı kuluçka ve ayının oğlu

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - O yıl çok kar yağdı. Çocukluğumun on ikinci yaşında, iki günde yağan kar nerdeyse boyuma kadardı. Evimizin çevresinden, ağaçların kırılma sesi geliyordu ara sıra. Eve kovalarla taşıdığımız çeşme yolu bile kürekle zor açılmıştı. Evin önündeki odunluğumuz da kar altında kalmıştı. İlk iş olarak, babam oradan birkaç kütüğü, evin altına çekti, büyük demir çivilerle parçalayıp, odun yaptı. Köpeklerimiz, gün boyu kar altında oynuyor, ısınmak için akşamları birbirine yaslanarak uyuyorlardı. Bereket ki ambarlarımız ağzına kadar doluydu. Çuvallarda ve "herkil" denilen küçük ambarlarda unumuz vardı. Ahşap evimizin odalar dışındaki tavanında da mısırlarımız asılı, bize gülümsüyordu. Günlerce köyün sokağına bile çıkamamıştık. Nedense bu kış, çocuk yüreğim biraz korkmuştu…

Seyyar yapı ustalığı yapan babam ise bari kışın bizimleydi. Her yer kar yağışı altındayken, evin içinde dolaşır, ahırda hayvanlarımıza bakar, dönüşte ince ve keyifli türküler tuttururdu. Annem de ona "Hüseyin, kar yağdı ya, keyiflendin yine" diye takılınca, babam; "Çok kar yağdı. Bu sene çok bereketli geçecek, göreceksin. Bağ bahçe şenlenecek. Buğday mısır, bol olacak." diyordu.

Bense babamın bu keyifli halini başka bir şeye yorumluyordum. Çünkü geçen yıllardan biliyordum. Ne zaman bol kar yağsa, babamın çok sevdiği bacanağı, Ali enişte, alır çifte kırma tüfeğini, av için çıkagelirdi. Bu sefer de "kar yağışı biter bitmez çıkagelecek, gelir gelmez akide şekerlerini, bisküvileri kucağımıza döküverecek" diye düşündüm. Hepimiz onu çok sevdiğimizden olmalı ki, onunla eve bambaşka canlılık gelirdi. Onu uğurlayınca da yüzümüz asılırdı. "Neden gitti sanki?" derdik…

Bu sefer de kar yağışı durdu ama karın erimesi günler aldı. Herhalde Ali enişte de, işlerini yoluna koyup gelemedi. Babam, yalnızlığını köyden insanlarla paylaştı. Bizler de açılan derin çığırlardan, çocuk bedenlerimizle, bir buçuk saat uzaklıktaki okulumuza yeniden yürüdük. Kar eridikçe, ortalık çamura kesti. Çamurlar öbek öbek çizmelerimize yapışıyordu. Bu durumda ayaklarımızın taşınması güç bir hâl alıyordu. Bazen, küçük dereciklerden atlamamız gerektiğinde, hızla adımladığımızda, çizmelerden biri dereciğin diğer yakasına çamura yapışıp kalıyordu. Gülmekle ağlamak arasında süren bu doğa mücadelesinde günler geçip gidiyordu…

Bir de baktık ki Mart ayının ortasını buluvermişiz. Galiba babamın dediği doğru çıkacaktı. Çünkü kümesteki yirmi beş tavuğumuzdan dördü birden kuluçkaya yatmıştı. Bu bereket demekti. Her kuluçka geride, onar yavru bıraksa, birden kırk civcivimiz daha olacaktı. On tanesini kaybetsek, otuz tavuk demekti. Evin ana direği annem, bu dört tavuğu tek tek kuluçkaya yatırdı. Onlar için biriktirdiğimiz yumurtalar yetmedi. Konu komşudan tamamlandı. Benim en büyük zevkim ise, kuluçkaların yirmi birinci gününe doğru, civcivlerin gagalarını yumurtanın kabuğuna vurarak dışarı çıkma çabalarını izlemekti. Bazen yumurta çatlaklarını kendi ellerimizle kırıp, civcivlere kolaylık sağladığımızı sanırdık. Annem: "Sakın haa!...Onlar kabuklarını kendileri kırıp, çıkmalı. Yoksa, ıslak vücutlarına yapışan yumurta kabuğunu çekerseniz derileri de soyulur, kanar. Hasta olurlar sonra. Onların ıslaklıkları, yumurtayı kırdıkça kurur, kurudukça yol alırlar. Her şeyin bir zamanı var." derdi. her şeyin bir zamanı olduğunu öğrendiğim şeylerin başında gelir bu durum. Demek ki dedim, kendi kendime, doğal olana müdahale etmek kanatıcı oluyor. Yaşamım boyunca da bunu gözledim…

En son bir tavuğumuz daha kuluçka oldu. Annem ona da kuluçka yeri açtı. Yumurtalarını koyup, üstüne hafifçe su serpti. Bu, kültürümüzden gelen bir kutsama işaretiydi. Çok geçmeden bir başka tavuk daha kuluçka işareti verdi. Lakin bu, en son kuluçka olan tavuğun yerine yatmak ve onunla aynı kuluçka yuvasını paylaşmak istiyordu. Uçup, uçup oraya gidiyordu. Hatta, gagalayarak diğer kuluçkanın birkaç yumurtasını kırdı. İçinden, yarı biçimlenmiş civcivler çıktı. Annem bu işe çok kızdı. "Seni gidi sokak haspası" dedi o tavuğa. "Sen yalancı kuluçka oldun değil mi? Ben seni nereye atacağımı çok iyi bilirim" deyip, onu kümese tıkıverdi…

Yalancı kuluçka diye bir şey vardı. Bu bir tür tavukların yaptığı, kadınların yalancıktan gebe kalması gibi bir şey miydi? Yalancıktan gebe kalınabilir miydi? Ya da nasıl kalınırdı? Aklımda bu soruları merak ederek, Anneme; "Yalancı kuluçka ne demek?" dedim.

Annem: "Bu tavuklardan bazıları asıl kuluçka olanları kıskandığı için, kuluçka numarası yaparlar. Kendi yuvalarında yatmazlar. Başka kuluçkalara musallat olurlar. Gerçekten kuluçka olan tavuklara rahat vermezler. Gidip onların yanına yatarak, yumurtalarını yeteri kadar ısıtmasına engel olurlar. Diğerlerinin gerekli zamanını yerinde geçirmelerine engel olurlar. Yani, 'ben de kuluçkayım' diyerek onun yuvasını dağıtırlar. Böylece onların yumurtalarından civciv çıkmasını önlerler. Bu insan kıskançlığına benzeyen, bir hayvan kıskançlığıdır. Bunlar, evine, tarlana, ürününe musallat olan fesat insanlara benzer. Bir türlü sana adım attırmazlar. Adım atmaman için, başvurmayacakları yol yoktur. Bu cins tavuklara 'yalancı kuluçka olmuş!' derler." dedi…

* * *

Artık, bahar yüzünü iyiden iyiye göstermişti. Mısır ekimi yapılmış, bağ-bahçe çoktan elden geçmişti. Babam, havalar ısınır ısınmaz, seyyar yapı ustalığına doğru uçtu gitti. Artık eve üç-dört haftada bir gelirdi. Evin bütün yükü ise anneme ve bize kalmıştı.

Bahar geldikçe, kışın babamın söylediği "Çok kar yağdı. Bu sene çok bereketli geçecek, göreceksin. Bağ bahçe şenlenecek. Buğday mısır, bol olacak" sözü doğrulanıyordu. Elma, erik, kiraz ve dut ağaçlarını pıtrak gibi ham meyve sarmıştı. Yemyeşil buğday tarlaları, rüzgarda bir deniz gibi dalgalanıyor, seyrine doyum olmuyordu. Mısırlar içinse henüz çapaya durulmuş, tarlalar cıvıldı.

Evleri çocuklar ve yaşlı kadınlar bekliyordu. En büyük görevleri, arı kovanlarının verdiği "oğul"u başka evlerin, başka mahallelerin ağaçlarına kondurmamaktı. Büyük bir uğultu ve vızıltı eşliğinde çıkan oğul, kovan önünde büyük bir kargaşadan sonra, havada çeşitli şekiller alan yumak gibi dans ederdi. Tam bu esnada, evi bekleyen kim olursa olsun, eline geçirdiği teneke veya boş çanak eşliğinde "dala kon" çağrı ve çın-çınlarıyla köyü inletirdi. O yıl, arısı olan herkesin kovanlarından en az beşer oğul çıktı. Yani, kovan sayısı arttı. Ara sıra kovanlardan çıkan oğul, alıp başını ormana çekip gittiyse de herkesin yüzü çiçek açıyordu…

Bu bereket havasını bir Cuma sabahı, bahçe ve bostanlardan gelen çığlıklar sarstı. Sırtını orman eteklerine yaslayan erik, elma, kiraz bahçelerinden bir kaçı pestile dönmüştü. Ormanın derinliklerinden, gece yavrusuyla birlikte gelen boz ayı, erik ve kiraz ağaçlarını, fasulye ocaklarını kırıp geçirmişti. Bahçe-bostan sahibi kadınlar çığlık çığlığaydı. Ben de koşup gittim. Sekiz-on kadar kadın, birkaç yaşlı erkek, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Yaşlılar yerdeki ayağın izine bakarak: "Ayı işi bu, ama esaslı bir ayı. Yalnız da değil. Yavrusu da yanındaymış" dedi. Ayak izini karışlayarak, ana ayının büyüklüğünü de kestirmeye çalışıyordu. Bir de ayının bahçe içine yaptığı dışkıyı gören yaşlı bilge amcamız daha da şaşırdı. "Buralarda böyle iri ayı olamaz. Öbür dağlardan mı aşıp geldi acaba?" dedi.

Bu konu da köyün başlı başına konusu olmuştu artık. Olan bitene karşı önlemler konuşulmaya başlandı. O dönem, köyün işe yarayan bütün erkekleri ya madendeydi, ya da uzak yerlere çalışmaya gitmişlerdi. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Köyde kalanlar; bazı geceler ateş yakarak, bazı geceler teneke çalarak, bazı geceler de tütsü yakarak bağ ve bahçeleri korumaya çalıştı. Ama üç beş günde bir, bekleyenleri de atlatıp, yapacağını yapıyordu bizim boz ayı. Annem de bu olan bitenden çok etkilenmiş, bizim de bağımıza bahçemize zarar vermişti . "Babanız gelsin, bakar bir çaresine…" diyordu bize…

Nihayet iki üç hafta sonra babam bir Perşembe akşamı çıkageldi. Daha soluklanmadan olayı biz anlattık. Babam, yarı acı bir gülümsemeyle; "Bir iki hafta sonra zaten kiraz mevsimi de bitecek. Çeker gider boz ayı" dedi…

O yaz, yine de çok meyve, sebze, buğday ve mısır oldu. Ayıdan artan herkese yettiği gibi pazarlara da taşındı. Kalan meyveler harman yerlerinde kurutulup evlere alındı. Harman sonu buğday, mısır ambarları ise doldu taştı. Yaşlılar bir araya geldikçe; "Demek ki rızkımız bir boz ayının çaldığı kadar değilmiş. İsmet Paşa'nın mükellefiyeti olsa, yüz tane boz ayıya bedel olurdu." diye şakalaşıyorlardı…

* * *

Yaz böyle geçip gitti. Kış yeniden bastırmaya başladı. Bizim köyün madenkeşleri de ocaklardan dönmüştü. Köy odasının başlıca konusu, yine boz ayıydı. "Eğer bu boz ayı bu kış avlanmazsa, seneye kalanları da yerle bir eder" deniyordu. Aralık ayının sonuna doğru hafif bir kar yağdı. Ortalık birden ayaza çekti. Akşamdan hemen, köy odasında buluşuldu. En hızlı madenkeş avcılar planlarını yaptılar. Birkaç köye daha haber salındı. İki-üç gün, ormanda kalacaklar, boz ayıyı bulmadan gelmeyeceklerdi. Bunlara babam da katıldı. Yiyecekler hazırlandı. Tıka basa çantalar dolduruldu. Fişekler yenilendi. Zağarlara akşamdan az yiyecek verildi ki hem tembelleşmesinler, hem de açlık hissiyle av arasınlar…

Ve düşüldü yollara…

İki gün içinde, avcılık dilinde "geren" olarak adlandırılan, dört-beş kez çevirme yapıldı. Hiçbir şey bulamadılar. Tam dönüş yolunda, avcı başlarından biri, "Şurayı da çevirelim" deyip bir göl civarını gösterdi. Nişancılar yerleştirildi. Zağarlar bırakıldı. Sürücüler hoylamaya başladı. Çok geçmeden, zağarların havlamasından bir ayıya havladığı anladı, avcıbaşı . Çünkü zağar, domuza ve ayıya; ayrı ses, hareket ve temkinle, geyiğe-yaban keçisine daha saldırgan ve yakın havlardı. Noktadan noktaya nişancılar işaret diliyle birbirlerine haber iletti. Bulunan bir ayıydı ve mutlaka da bu o boz ayı olmalıydı…

Çok geçmedi, orman karıştı. Tüm vadiyi silah sesleri sardı. Göreceli olarak bir saat dinmedi silah sesleri. Ama ortada boz ayı yoktu. "Yaralandı" dedi avcıbaşı ." Onu yaraladık. Ama kaybettik izini…"

Vadinin kuzey kısmındaki derenin uçumuna doğru, ağaçların arasından tırmanan bir şeyler gördü avcıbaşı . Önce netleştiremedi. Koşup giderken, en yakınındaki adam olan, babama işaret etmiş olmalı ki, o da onunla koştu. Sessizce iyice yakınlaştılar. Boz ayı ve yavrusu dere yamacını aşmak üzerelerdi. Peş peşe ateşlediler çifteleri. Bir feryat koptu boz ayıdan. İnsan feryadına benzer, yeri göğü yakan bir feryad! Can havliyle ve büyük bir homurtuyla dereye yuvarlandı. Yavrusu, geriye dönüp avcılara bir şeyler savurdu. Başaramadı. Bir ara o da ince bir sesle bağırdı. Kurşun yağmurundan kaçmanın uygun olduğuna karar verdi ki, uçurumu aşıp, akşam karanlığında ormanın içine savuştu gitti…

Apar topar uçurumun başına toplanan avcılar, aşağıda hareketsiz yatan boz ayıyı gördüler. Birkaç tanesi uçurumun başına dolandı. "Yavru ayı ayağından vurulmuş. Ayağını sürüyerek gitmiş" dediler…

Birkaç el daha havaya ateş edildi. Evet, boz ayı vurulmuş ve ölmüştü. Havaya açılan ateşle ayının numara yapmadığı da öğrenilmiş oldu. Birkaç cesur avcı, yine de temkinli yanına indi. Ölmüş de olsa heybeti karşısında irkildiler. Üzerine çıkıp tepindiklerinde, ses soluk yoktu ayıdan. On beş-yirmi kişi derenin içinden eski şoseye zor çıkardılar ayıyı. Göz önüne alındıkça heybeti daha da artmıştı. Orada herkesin birleştiği nokta ise; bu bir ayı değil, adeta bir heyülaydı…

Usta avcılar, üç günün yorgunluğunu unutup, ayıyı ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Biri, "derisini alıp, gidelim" dedi. Yaşlıca olanlardan biri; "Katiyen olmaz. Hem derisini yüzelim, hem de yağlarını alalım. Bunun yağı her şeye ilaç" dedi..

Nihayet öyle de yapıldı. Ay ışığının ayazı altında önce dersi yüzüldü. Sonra yağ tabakaları, etraftan kesilen ağaç sırıklara dizildi. Avcılar ikişerli olarak omuzlarında taşıdılar bu yağları. Köy odasında herkese pay edildi. Ev başına da nerdeyse yarım teneke yağ düştü…

Sıra gelmişti, derinin paylaşılmasına. Derinin birine verilmesi için, önce onu tam olarak kimin vurduğunun bilinmesi lazımdı. Ayının koltuk altına girip, oradan kalbini parçalayan kurşun ise, 12 numaralık bir çifteden çıkmıştı. 12 numaralık çifte de sadece babamdaydı. Bundan dolayı, içimi bir suçluluk duygusu sardı. Kimseye belli edip, büyüklerimin içinde ses etmedim. "Deri senindir, ama parasını paylaşırsın" dediler babama…

Daha sonra kimden çıktıysa, şöyle bir fikir çıktı. "Evet, deriye itirazım yok. Ama biz üç gün dağlarda dolaştık. Ava gelmeyenler de var. Bu ayı, onların da hasadına zarar verdi. Onların da sığırlarını parçaladı. Biz onları da dertten kurtarmış olduk. Bu civardaki köyleri de dertten kurtardık. Bence ayının içine saman doldurup, hem mahalle mahalle dolaştıralım, hem de yardım toplayalım. Bu yardımı da köy odasına bağışlayalım."

Bu fikir herkesin pek hoşuna gitti. Daha o akşam, ayının derisi çuvaldızla dikilip içine saman dolduruldu. Gerçekten her aşamada ayının heybeti büyüyordu. Aman allahım, o ne heybetti! O ne ayak, o ne kol, o ne pençe, o ne kafa, o ne gövdeydi. Herkesin ağzı açık kaldı…

Yarınki gün dört beş avcı, ayıyı ilk olarak kendi köyümüzde dolaştırdılar. Gelemeyen, göremeyen yaşlıların evinin önüne taşıdılar. Korkup çocuk düşürmemek için gebe gelinler, çeşme başlarından, pencerelerden geriye kaçtılar …

Akşamları köy odasının baş köşesi; artık ne yaşlıların, ne muhtarın, ne imamın, ne de öğretmenindi. Odada iki ağaç duvarın birleştiği köşeye oturtulan, boz ayının ünü gittikçe yayıldı. Kar-kış dinlemeden çevre köylerden onu görmeye gelenler oldu. Geçen kış gelemeyen Ali eniştem bile çıkageldi. Uzun uzun, hayretle ayıya baktıktan sonra; "Yazık olmuş hayvana yahu" dediğini duydum. Demek ki Ali enişte benim gibi düşünüyordu…

Bu ziyaretleri, çevre köylerden çağrılar izledi. "Herkes göremedi. Bizim köye de getirin" diye. İçine saman doldurulan boz ayının ünü gittikçe yayıldı. Gerçekten de mahelle mahelle, köy köy dolaştırıldı Boz ayının ünü gittikçe yayıldı.. Filyos Irmağı'nın orta kesimindeki köylerde, ayak basmadık köy meydanı bırakmadı.. İnsanlar dolaştırdıkça, bu heybetten korktular ve şaşırdılar. O kış, boz ayının saman dolu bedeni, adeta ölü bir boz ayı değil, yörenin efendisi ve otoritesi olmuştu. Dirisinden korkmayanlar, ölüsü üzerine efsaneler bile türettiler…

Bu tören bir iki haftadan fazla sürdü. İki adamıyla köye gelen bir deri tüccarı babamın eline epeyce bir para sıkıştırdı. (Babam bu parayı daha sonra arkadaşlarıyla usulüne uygun paylaştı. Kendi payına düşenle de köy odasına kilim aldı. Ayının heybeti gösterilerek, diğer köylerden toplanan buğday, mısır ve para ise köy odasındaki imama teslim edildi.) Tüccar ayının içindeki samanı boşalttı. Ve boz ayı olduğu yere yığılıverdi. Tüccar, köyden kiraladığı bir kağnıyla, onu Devrek tarafına aldı götürdü…

Evlere dağıtılan yağlar ise, yıl boyu köyün ilacı oldu. Bir köpek uyuz mu oldu, ver ona mısır tanesi büyüklüğünde boz ayı yağı, on günde gürbüzleşsin. Fatma teyze, zayıf mı düştü, ver ona da mısır tanesi kadar boz ayı yağı, ayaklansın. Sarı ineğin kemikleri mi çıktı, ona da mısır kozasında ver boz ayı yağı, böğürsün. Öküzler mi zayıfladı, onlara da dokunuver boz ayı yağını coşsunlar. Gürbüzleşemeyen çocuklar mı var, onlara da hap büyüklüğünde ekmek arasında yutturuver, kar üstünde güreşsin…

* * *

Yıllar sonra, üniversite okumak için çok uzaklara gitmiştim. Geriye döndüğümde ise olan bitenin devamını şöyle dinlemiştim: Ben yokken yine bir kış, çok kar yağmış. Günlerce kar yerden kalkmamış. Köyde evden eve çığırlar açılmış. Köy yerinin geleneğidir, iftar ve sahur saatlerinde köydeki imama yemek verilir. Gecenin ikisinde imamın yemeğini verip, geri dönen eski avcıbaşı , çığırda bir ayıyla karşılaşmış. Çığır dar. Sağa kaçar, ayı sağa gelir, sola kaçar ayı sola gelir. Ve ayı alır adamı eline. Basar tokadı. Oradan oraya atar. Gecenin köründe bir saate yakın süren dayak faslı, adamı çığırın dışına savurmasıyla biter. Ayı çığır dışında da arar adamı bulamaz. Köpekler harıl gürül havlamaya başlayınca, ayı kaçar gider. Sahur vakti uyanık olanlar perme perişan bulurlar adamı. Nerdeyse aklını kaybetmiş durumda, hastaneye zor yetiştirirler. Sabah olay yerinde izlere bakan köyün bilgesi Koca Mustafa dayı, avcıbaşı nı döven ayının sol arka ayağının yere topuz olarak bastığını görür. O ayak pençesiz. "Bu vurulan boz ayının sakat kalan oğludur" der köylülere. Köylülerden biri, "nereden anladın oğlu olduğunu, kızı olamaz mı?" diye iğneleyince, "Onun kızı olsa, onun da yavrusu yanında olur. Dişi ayılar tek dolaşmaz evlat" diye yanıtlar…

Bir kolu kırık, kulak zarları patlak, yüz göz, kol, kanat yırtık içinde, iki hafta yatmış avcıbaşı hastanede. Birkaç ameliyat birden edilmiş. Doktorlar, "bundan umut yok" deseler de nasılsa ayağa kalkmış…

Yıllar sonra köye döndüğümde, süklüm püklüm, kahvede oturuyordu bizim baş avcı. Selam, kelamdan sonra "ne oldu sana böyle?" diyecek oldum. Duymadı. Yanımdakilere "Bu ne diyor?" gibi işaret etti. Sonra, eş, dost oturduk kahvede. Bizim avcıbaşı huysuzlandı. Anlaşılması zor hareketler yapmaya başladı. Belli ki akıl sağlığı da zedelenmişti. "Ne oluyor buna?" dedim bir akrabasına. "Durum gördüğün gibi. Ne zaman iki kişi bir araya gelse, ayının bunu dövdüğü olaydan söz ettiklerini zannediyor, hep ayıdan mı söz ediyorlar" diye sürekli soruyor dedi.

"Yaban yaşamının intikamı da pek sert oluyormuş demek ki", diye bir cümle çıkıverdi ağzımdan… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder