Sayfalar

6 Kasım 2013 Çarşamba

Ramazan Çakıroğlu: Adam Boğuluyor, Adam

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Gezi, düşünme ve yürüyüş için her şehrin kaçamak bir kaç yeri mutlaka vardır. Bunu doğa oluşturduğu gibi, insan eliyle sonradan da inşa edilmiş olabilir. En son yaşadığım şehirde, "Liman Arkası" olarak bilinen bölge de bunlardan biridir. Buranın çok azı doğal yapıdan kalma, büyük bir kısmı ise, liman inşaatının armağanı olarak sizi karşılar. Denizle limanı ayıran ve dalgakıran görevi yapan, oda büyüklüğündeki beton kalıplar vardır. Üst üste, yan yana veya çapraz olarak yerleştirildiği için, yürünülen kordonun hemen altında, şekilsiz odalar oluşmuştur. Bu odalar da dalgalar ve lodos izin verdiği sürece kullanıma açıktır. Dalgakıranların arkasındaki geniş beton alan ise yaklaşık bin metre uzunluğunda bir film platosu gibidir. Bin metre de duvarın arka yüzü vardır ki, toplam iki bin metre eder. Yürü yürüyebildiğin kadar…

Liman Arkası'nı, her kesimden insanın değerlendirme amacı farklıdır. Gençler gündüzleri sevdiği kızların elinden tutabilmek, ayaküstü de olsa sarılabilmek için kullanırlar. Ayaküstü hovardalığına düşkün, kadın ve erkekler için ise, bilinen bir yerdir. Geceleri, duman çekenlerin baykuşlarla birlikte buralara tünendiği söylenir…

Yazları, bu şekilsiz odaların arasından, mantar cüceleri gibi, el ele insanlar iner ve çıkar. Akşamüzerleri, yürüyüşe meraklı orta yaş ve yaşlı insanlar yürür. İkişer bira içip, denize karşı serinlemenin keyfini çıkaranlar da eksik olmaz. Şarapçıların ise saati yoktur. Onları günün her anında, "Şeytan Sofrası" adı verilen kayalıkların üstünde görebilirsiniz…

Limanın kendisi, koca şehrin kanalizasyon çukuru görevini taşıdığı için, bu kısımda en temiz ve yüzülecek yer olarak 'Liman Arkası' kalır. Böyle dediysek, burası plaj gibi donanımlı bir yer olarak düşünülmemelidir. Fiziki yapısı tehlikeli, dalgaları da oldukça hırçındır. Burada suya inerken ayrı cambazlık, çıkarken apayrı bir cambazlık gerekir, ama olsun. Buradan faydalananlara bir de yüzme meraklılarını mutlaka eklemek gerekir. Onlar unutulursa, Liman Arkası "Liman Arkası" olmaz zaten. Bunlar arasında eski futbolcular, boksörler, koşucular, yüzücüler ve beden eğitimi öğretmenleri vardır...

Bu kadar çok kesimden insanı ağırlayan ve herkesin kendince kullandığı Liman Arkası'nda, bu şehirdeki yaygın kanıya göre, çok az kavga yaşanır. Senede birkaç bıçaklama, tufaya düşürülüp yumruklanan birkaç kadın ve erkek dışında, birkaç da boğulmadan başka bir şey duyulmaz. Bu çoğul amaca hizmet eden bu göz arkası yer için, bu sayı makul bile sayılabilir. Bir dostum ise bunu şöyle açıklar. "Buralarda herkes bir kaçamak peşinde olduğu için, kimse kimsenin kuyruğuna basmaz!"

Sıkıldığımda, benim de yürüdüğüm yerlerden biridir burası. Duvarın ön yüzünde deniz kokusu, arka yüzünde kanalizasyon kokusu olsa da insan kendisini dinleyebiliyor. İsteyen istediği kokuyu tercih edebiliyor. Biz deniz kokusunu tercih edenlerdeniz. Kanalizasyon kokusu ise daha çok adalet dağıtma ve mülki idare sorumluluğunda olan kurumların burnunun dibinde. Onlardan da bol iyot ve oksijen almak için bu platoya çıkanlar var…

* * *

Yine sıkıldığım bir yaz, akşamüstü yürüyüşü için, bu platoya çıkan geçitten geçtim. Yüzümü açık denize doğru dönmek üzereydim ki, limanın denize açık, geniş bir V harfi gibi kıvrılan yerinde dağınık bir kalabalığın toplandığını gördüm. Adımlarımı sıklaştırıp, ilk tanıdık gelen yüze;

– Hayırdır, ne oluyor orda?, dedim.

Kayıtsızca;

– Görmüyor musun adam boğuluyor adam, dedikten sonra sırtını dönüp ters tarafa doğru yürüdü, gitti…

Kalabalığın içine girerken, yükselen ve dalgakıranlara vurdukça hırçınlaşan dalgaların arasında bir insan başı gördüm. Hareketlerinden yorgun düştüğü belliydi. Gücünü tasarruf etmeye çalıştığına bakılırsa, yaklaşık bir yarım saattir de oradaydı. Deniz ise ona tam bir çıkmaz sunuyordu. Dalgalarda girdiği andaki uysallık yoktu. Ters akıntıların biri bitmeden, diğeri başlıyordu. Hele dalga kıranların boşluklarına, oluk gibi süzülen deniz suyu, bir mandayı bile dehlizlere atacak güçteydi. Bu durumda, adamcağız, dalgakıranlara yaklaşsa, dalga onu; ya betonlara vura vura yaralayacak ya da dehlizlerden birine sıkıştıracaktı. Uzağa açılsa, zaten denizde yüksek dalgalı çalkantı var. Açıktan nereye ulaşacak. Adam yüzüyordu, ama olduğu yerden öteye de gidemiyordu. Panik içindeydi ama, belli de etmek istemeyen bir havada direnmeye çalışıyordu…

Kalabalığın içindeki gençlerin ise seslerinde, taze yaşama sarılmanın telaşı ve tez canlılığı vardı: "Eyvah, dalga adamı şimdi taşlara vuracak…", "adam boğulup gidecek yahu…", "bir şeyler yapalım, emniyet arandı mı?", "can simidi yok mu, can simidi..?" arayışları birbirine karıştı…

Adam sağ elinde tuttuğu bir şeyleri göstererek, sağ kolunu havaya kaldırıp işaret vermeye çalıştı. Bunu gören, ayağı şortlu, genç bir adam, Şeytan Sofrası tarafını göstererek;

– Ula gel bu tarafa, gel… Bu tarafta merdivenli yer vardur, dedi…

Bu seslenişi denizle boğuşan adamın duyduğunu da sanmıyorum, o yine de homurdanmaya devam etti:

– Ula yüzsene şu tarafa. Buradan nah çıkarsın, diye…

Baktım ki, denizdeki adamla, karadaki adamın çık diye önerdiği yer arasında nerdeyse beş yüz metre var. Bırak beş yüz metreyi, adamın elli metre dayanacak gücü yok gibi geldi bana…

Kalabalığa iyice yaklaştım ki, balıkçı olduğunu düşündüğüm bir başka Karadenizli, adama bağırıyor:

– Ula limanu dolan gel, limanu dolan gel, çikamazsun oradan.

Limanı dolanıp gelmek ise, bir ulusal yüzücünün gücünü bile aşardı. Değil yüzmeye uygun durum, bu havada, bu denizde yaşamaya uygun durum bile yoktu…

Kalabalığın arasından bir adam da aklınca yol göstermeye çalışıyordu. Geldiği yörenin şivesiyle:

– Şoyle gelsen de saa bir ip atsak. Tirmanip çıkarsın taşların üzerinden…

Fakat ortada ne ip vardı, ne de ip atılacak bir mesafe. Gitgide, taşların arası, doymaz bir vantuz gibi emiyordu suyu. Denizdeki adamın hareketleri daha da yavaşlamaya başlamıştı. Arada ağzından kesik, kesik ve hızla sular püskürtüyordu. Suya dalıp çıkıyor muydu, yoksa görüşümüzü dalga mı kesiyordu? Suya her batışında 'bu sefer yukarı çıkamayacak' düşüncesi, kıyıdaki kalabalığa yansımış olmalı, koro halinde bir "aaaa!", "eyvaahh!.." çıkıyordu. İşte düpedüz boğuluyordu adam…

Bu hay huy içinde sağ yönümüzde, epeyce de uzakta orta boy bir balıkçı teknesi göründü. Birkaç ıslık çaldık adama. Duymuş olmalı ki kalabalığı da gördü. Dümeni kalabalığın olduğu yöne kırdı. Çok geçmeden adama yaklaştı. Adamı zar zor tekneye atmıştı ki deniz polisi yetişti. Balıkçı limanın giriş yönüne doğru harekete devam etti. Deniz polisi de onun peşinden. Artık biz de duvarın limana bakan yüzüne geçmiştik ki, deniz polisi yaklaşıp;

– Bir sorun var mı, bir sorun?...

Adam elini hafifçe kaldırarak "yok" anlamında bir işaret yapar yapmaz, deniz polisi uzaklaştı. Adam, ayakları birbirine dolaşarak karaya bir kahraman edasıyla çıktı. Bir elinde yüzme paletleri, bir elinde ise zıpkını vardı. Etrafını yerel gazeteciler ve televizyoncular sardı. Bir kameraman çekerken, bir muhabir:

– Nasıl oldu bu, epeyce tehlike yaşadınız. Anlatır mısınız?

Adam acı acı sırıttıktan sonra zıpkın taşıdığı elini beline dayayıp;

– Yok yahu, o kadar da yüzme biliyoruz yani, deyip parktaki arabasına doğru yürüdü… [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder